2007-01-31

Türklük Üzerine

Türklük ve Türk Olmak Üzerine
Yazıyla ve yazılı olan nesnelerle arası pek te iyi olmayan bir toplumsal dokumuz var. Bunun günümüzde bizi en fazla bağlayan yanı, bir yığın olumsuzluk bir yana -ülkemizde bir yılda basılan kitap sayısının, gelişmiş bazı ülkelerin bir haftalık kitap sayısına eşit olması ya da satın alınan kitap sayısı bakımından, ülkemizde yılda sekiz kişiye bir kitap, Japonya’da ise bir kişiye 26 kitap düşmesi gibi- kendi tarihimizi yazmamış olmamızdır denilebilir. Çünkü “Kendi tarihlerini yazmayan, dolayısıyla uygarlıklarının nesnel ürünlerini geriye bırakmayan ulusların tarihini, başka ulusların tarihine dayanarak yazmak güçtür. Bu yüzden Orta Asya tarihimiz, efsaneler ve destanlarla karışık bir biçimde bilinmeye devam etmiştir. (Taner Timur) Kaldı ki; Osmanlı tarihi hakkında bildiklerimiz de, padişahların yanlarında bir görevli olarak bulunan resmi tarih yazıcılarının yazdığı tarihtir. Bunların ise, ne kadar tarafsız oldukları tartışmaya açıktır.
Buna eklenebilecek bir başka yaklaşım ise, dünyada başka bazı uluslar için de söylenebilecek şu mantık yürütme olabilir: “Bireylerin, dolayısı ile bireylerden meydana gelen toplumlarda yaşanan kimlik sorunu, aslında geçmişle bugün arasında kurulmaya çalışılan bir uyum sorunudur..”
Yaşanan her süreci, kısa süre önce yaşanan bir geçmiş zaman dilimi olarak kabul edersek, bırakalım Orta Asya ve Osmanlı Tarihini, belki de Cumhuriyet’ten bu yana yaşananlarda bile toplumca bir uyum sorunu yaşadığımız ileri sürülebilir. Zira; seksen yıldan fazla bir süredir, benzer sorunları yaşayan ve bunları bir türlü çözemeyen bir toplum yapımız ve yönetici elitimiz var. Bunun zorunlu sonucu olarak karşımıza çıkan olgu ise, çoğunluğu, kendisi ile barışık olmayan insanlardan meydana gelen bir toplumsal yapı, komşuları ve kendi insanı ile sürekli sorunlar yaşayan bir politik sistemdir.
Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren, yeni sisteme yönelik, iç ve dış dinamiklerden kaynaklanan sorunlar yaşadık. Bizzat kendi insanımız, nedeni ne olursa olsun, yirmiden fazla isyan çıkararak ülkeyi sürekli bir tehdit altında tuttu. Bugün Cumhuriyetin karşısındaki tehdidin o yıllardan farksız olduğuna inanıyorum. Hatta ilk kez bu denli sistemli ve bizzat devlet olanakları kullanılarak Cumhuriyet çökertilmek istenmektedir.
Grubumuz içinde hemen her gün gönderilen, Türklük ve Türkler konusunda yazılan o güzelim cümle ve yaklaşımları okudukça, Türklüğüne ve milliyetine düşkün biri olarak, düşünmeden edemiyorum. Gerek geçmişteki, gerek günümüzdeki, insanımıza bu kötülükleri yaşatanlar Türk insanı, yani bizim insanımız değil mi acaba?
Yoksa sonuna kadar dürüst ve tarafsız olup, bu olguyu Türklük kavramı çerçevesinden çıkarıp doğrudan İNSAN dememiz daha mı doğru olur acaba? Burada “insan” gerçeğinin yanına “sistemi” de koymamız gerekir belki de. Farklı yapıdaki insanların bir arada ve barış içinde yaşayabilmelerinin birinci şartı, çok güçlü bir üst kimliğin gerekliliğidir. Oysa biz toplum olarak, devlet olarak neredeyse, klasik tarihe göre, Osmanlının dönüm noktası olan 1700’lü yılların başından beri, bir türlü sakin ve barış içinde yaşayamıyoruz. Bu, şüphesiz, bizi sürekli olarak zorlayan iç ve dış dinamiklerin yanı sıra yöneticilerimizin beceriksizliği ve insan yapımızdaki eksikliklerdir de.
Batı toplumlarında, toplumsal yapılardaki kırılma noktalarını teşkil eden olaylara baktığımızda, insana yönelik iyileştirmelerin yine insanların baskısı ile oluştuğunu görebiliriz. Oysa bizim toplumsal yaşamımızda, ne yazık ki, yöneticilere tam bir itaat vardır ve yönetici neredeyse kutsanmış kişi gibi algılanır. Sonuç olarak, yönetenler de Türk, yönetilenler de Türk. Böyle olduğu halde, bugün ulaştığımız noktanın da başarılı olduğu söylenemez herhalde.
Oysa Türklük ve Türklerle ilgili yazılanlara baktığımızda sadece abartılmış bir mükemmellik görüyoruz. Burada belki şunu eklemeliyiz: “Gelişmiş toplumlar günahlarını, gelenekçi toplumlar sevaplarını abartırlarmış.”
Türklerle ilgili çalışmalara baktığımızda, bizi tanımlayan olumlu özellikler olarak şunları görüyoruz: Mert, Kahraman, Yurtsever, Yardımsever, Konuksever, Hoşgörülü, Dürüst, Disiplinli, Kanaatkâr, Ağırbaşlı. Oysa bir de olumsuz özelliklerimiz var bizi tanımlarken kullanılan. Savaşçı, Barbar, Saldırgan, Hurafeci, Kaderci, Tembel, Cahil, Şehvet düşkünü, Bağnaz, Hilekar, Kurnaz, Tutucu. Biz hep birinci gruptakileri duymak istiyoruz sanırım.
Toplumlar buhranlı dönemlerde, geçmişte olduğuna inandıkları altın çağa dönmek ve aynı güzellikleri yaşamak isterlermiş. Ya da böyle bir dönemi, biraz da düşsel olarak hayal eder ve kutsallaştırırlarmış. Ben, gerçekçi olmayı ve günü yaşamayı, varsa yapılan hataları görmeyi, özeleştiri yapmayı, önyargılarımızı yeniden gözden geçirmeyi öneriyorum sadece.

16 OCAK 2007

2007-01-06

Psikolojik Harp



Psikolojik Harp deyimini zaman zaman duysak ta tam olarak ne anlama geldiğini ve ülkeler içinde nasıl kullanıldığını, bu konuda özel bir eğitim/seminer almamışsak, pek bilemeyiz. Savaşlarda karşı taraf halkının moralini bozacak şekilde haberler yaymak, dedikodular çıkarmak ve tam deyimi ile “halkın ve askerin savaş azmini kıracak çalışmalarda bulunmak,” eski çağlardan beri uygulanan yöntemlerdendir.


Modern çağda ise, özellikle İkinci Dünya Savaşında ön plana çıkmış, düşman arazisi içinde, kalabalık ordularla yapılamayan birçok işin, psikolojik harp yöntemleri ile elde edilebildiği görülmüştür. Konunun ne olduğu aslında isminden belli gibi. Ana fikir; “toplumlar insanlardan meydana geldiğine göre, insan psikolojisini olumlu ya da olumsuz etkileyen her şey toplumu da etkiler” prensibine dayanmaktadır. Olumlu ya da olumsuz kelimelerinden amaç; bizim tarafımızdan yapılan ve kendi ülkemiz lehine olan gelişmeler olumlu Psikolojik Harp, aleyhimize olanlar da olumsuz Psikolojik Harp yöntemleridir. Burada anlatmak istediklerim “bize düşman olan devletlerin” uyguladıkları yöntemlerdir. (Bu yaklaşıma, paranoya diyenlerin düşüncelerini saygıyla karşılayacağımı belirtmek isterim.)

Psikolojik Harp yöntemlerinin başarıya ulaşması için, karşı taraf insanlarından bir kısmı bizim lehimize çalışmalıdır. Bu çalışma sonucu, Psikolojik Harp uygulayan devlet, karşı devletten iki türlü insanla işbirliği yapar: Önemli çıkarlar karşılığında bilerek kendini satanlar ve psikolojide “iyi niyetle yapılan yanlışlar” kavramında olduğu gibi, yapılan işin ülkesinin lehine olduğunu sanarak, karşı tarafa yardım edenler.

Şu bir gerçek ki; bilimi ve eleştirel aklı kullanan toplumlar, tarih boyunca, diğerlerini yönetmişlerdir. Özellikle 20.yy. başından beri bu konu devlet politikalarında oldukça ağırlıklı bir yer edinmeye başlamıştır. Kabul etmemiz gerekir ki; gelişmiş Batı toplumları bu konuda bizim insanımızı etkileyecek yöntemleri çok iyi kullanmışlar ve kullanmaktalar. Böylelikle farkında olarak ya da olmayarak, ülkemiz aleyhinde eylemlerde bulunabilmekte, düşünce kalıpları geliştirebilmekteyiz.

Çok klasik ve artık herkes tarafından bilinen bir deyim olarak; “gelişmiş ülkeler artık tankla, topla değil, farklı yöntemlerle ülkeleri işgal ediyorlar” cümlesini hepimiz biliyoruz. Aslında burada karşı tarafın amacı; toplumu meydana getiren bireylerin günlük yaşam alışkanlıklarını ve düşünce sistematiklerini değiştirmektir. Bunun için önce toplumun bir şekilde konuya hazır hale getirilmesi ve karşı tarafa hayranlık beslemeye başlaması gerekir.

Şöyle bir sosyolojik bir gerçek yaklaşım var: “Bir ülkenin geri kalmış bir ülke olması tek başına önemli bir sorun değildir. Ama ülke insanları, kendisini gelişmiş ülke insanları ve yaşam şekli ile mukayese etmeye başlarsa, ülke her konuda iflasa gider..” Gelişmiş Batı önce bu gerçeği kavradı.

Toplumların en zor değişen alışkanlıkları “yemek yeme” alışkanlığı imiş. Daha sonra giyinme alışkanlığı, dilini kullanma istek ve azmi gibi konular gelmekte. İşte, özellikle 80’li yıllardan itibaren, -belki bir on yıl daha geriye gidebiliriz- bizim ruhumuz bile duymadan, bize dayatılan şeyler bunlar oldu.
· Önce “fast food” denen ne idüğü belirsiz yemeklerle geldiler,
· Güzelim müziğimizin yerine tek kelimesini bile anlamadığımız ama “anlar gibi” yaptığımız müziklerini dayattılar,
· Müzikle beraber onların diline ait kelimeleri kullanmaya başladık, yabancı dilin -İngilizcenin- olmadığı bir dünyanın imkânsızlığına inandık. Hiçbirimiz bir ülkeyi yıkmanın ilk koşulunun dilini parçalamak olduğunu düşünmedik. Zaten çok az olan yazılı iletişim hepten yok oldu.. ve her birimiz, selam yerine, slm, canım yerine cnm kullanır olduk, kullandığız Türkçeden utanır olduk.
· Derken giyim tarzımızı değiştirdik hiç farkında olmadan,
· Yine onların muhteşem oyunları ile toplumda gruplaşmalar oluşmaya başladı.. aramıza kin ve nefret tohumları atıldı.. 70’li yılların sonlarında, çoğunuzun sadece kulaktan dolma bilgilerle duyduğu, insanımızın birbirinin kanını içtiği, Çorum olayları, Maraş olayları, Malatya olayları gibi olayları yaşadık.
· Ve 2006 yılına geldik.. Birbirimizin hiçbir düşüncesine saygı duymaz bir halde, etrafı kalın duvarlarla çevrili, getto yaşamlarına benzer yaşamlarla, sadece bizim gibi düşünen insanlarla görüşerek, anlaşarak bir yaşam yaşamaya çalışıyoruz.

Elbette 2006 yılına girerken şunlar da gerçekleşmişti: Toplum apolitize olmuş, ekonomik ve siyasi yönden, inanılmaz boyutlarda dışa bağımlı hale gelmiş, dinsel/mezhepsel, bölgesel ayrılıklar körüklenmiş, toplumsal bütün reflekslerimiz emperyal Batının istediği kıvama gelmiştir. Bunun bir adım ötesi parçalanmaktır. Onu da yaşayacağımızdan şüphem yoktur.

Bu koşullar altında, birbirine inanan-güvenen insanlar olarak bizler de homojen gruplar oluşturmaya çalışıyor, bilinçli ya da savrularak ülkemizle ilgili bir şeyler yapmaya çalışıyoruz. Bilgi ve iletişim çağında bilgiyi paylaşalım derken karşımıza inanılmaz engeller çıkıyor.. (Örneğin grubumuzda, ifade şekli, yarı şaka, yarı ciddi olsa da -ben ciddi olduğuna inanıyorum- Bülent Hocam, “benim beğenmediğim hiçbir bilgiyi paylaşamazsınız,” diyor.. bu duyuru karşısında, eğitimli ve öngörülü, yaşam deneyimiyle dolu insanlardan meydana gelen BEM topluluğunda, bir-iki cılız ses dışında çıt çıkmıyor..)

Bize ne oldu böyle? Çanakkale’yi, Sakarya’yı, Başkumandanlık Meydan Savaşını (30 Ağustos Zaferini) kazananlar bizim atalarımız değil miydi yoksa? Yoksa ironik bir şekilde birilerinin söylediği gibi: Biz en cesur, en akıllı, en gözü pek, en vatansever kısaca en iyi nesillerimizi lanet savaşlarda, toprağa gömdük te, savaştan kaçan, vatan sevgisi eksik, düşmanla işbirliği yapan ataların mı torunları olduk?

Görüş farklılıklarımızı, uygarca tartışıp, zenginliğe çeviremiyorsak, okullarda ne için okuduk biz? Ne için Türklüğümüzle, Müslümanlığımızla, vatanseverliğimizle övünüp duruyoruz? Ben, gerçekten bazen bazı sorulara cevap bulamıyorum. Ya da bulduğum cevaplarla, kelaynak kuşu gibi kalıyorum ortalıkta.