2007-06-05

İNSANIN DÜŞÜNCELERİNİN GARİPLİĞİ

Yalnızca bize ait olan bazı düşüncelerimiz olabilir mi acaba? Hiçbir toplumsal baskı ve önyargının şekillendirmediği, değiştirmemiş olduğu, özümüze, kendimize ait düşünce ve gerçeklerimiz? Yoksa her şey bir yanılsama mı? Kendimizi paralarcasına, hatta kimi zaman toplum dışına itilmeyi göze alırcasına savunduğumuz inançlar sistemimiz bile bizim dışımızda oluşmuş da, yoksa biz onların bize ait olduğunu mu sanıyoruz? Bilmiyorum. Şu an hiçbir etki altında kalmamaya çalışarak, İNSANA ait olduğuna inandığım olgularla boğuşmak ve onları şekillendirerek bir sonuca ulaşmak istiyorum.
1. Nasıl yaşamak istiyoruz?
a. Kesinlikle hiç kimseye GÖRE yaşamak istemiyoruz. Gerek meslek yaşamımız, gerekse özel yaşamımız için geçerli bu kural bu. Tüm seçimlerimiz yalnızca bize ait olmalı. Meslek yaşamımızın önemli bir bölümü için bu zor. En azından emekli olana kadar herkes bu duruma katlanmak zorundadır. Özel yaşamımız için ise daha başka bir yığın kural var; evliliğimiz var, çocuklarımız var, birinci kuşak tanıdıklarımıza, yani en yakınımızda olan kişilere karşı bir takım görevlerimiz, sorumluluklarımız var. Onun ötesinde evli isek, toplumun bize yüklediği birtakım rol davranışlar var. Kabul, bunlar bizimle birlikte olmak zorunda olan gerçeklerimiz.. Hiç kimse zorlamasa da, çoğumuz bunları yerine getirmeğe hazırız. Ama, sorun o ki; “yerine getirmek” fiilinden herkes farklı bir şey anlıyor.
b. Özgürlük düşüncesinin ve kavramının, farkında olalım ya da olmayalım kişiliğimizin bir parçası olduğunu sanıyorum. Bu noktadan hareketle, her şeyin dışında ve ötesinde hepimiz eninde sonunda kendimize ait bir yaşam istiyoruz. O yaşamda her şey ve tüm kararlar bize ait olmalı. Birlikteliklerdeki kırılma noktası bu galiba.. Sürekli olarak birlikte yaşayan insanların kendilerine ait bir yaşamları yok. Her şeyi birbirlerine göre yapmak zorundalar. Tüm ahlak anlayışları, moral değer tanımlamaları, etik değerleri, her şey ama her şey karşıdaki insanla aynı olmak, en azından örtüşmek zorunda. Belki, tarihsel sürecin, milyonlarca yıllık genetik kodlamanın bir sonucu olarak, kadınlar –en azından büyük çoğunluğu- buna hazır ve razıdırlar. Ama erkekler kesinlikle bu düşünceye yatkın değiller diye düşünüyorum. Sonuçta, örneğin ben, ortak yaşam alanlarının dışında, bütünüyle bana ait bir yaşamım olsun istiyorum. Eşim, çocuklarım ve çevremdekilerle neleri, nasıl paylaşacağıma kendim karar vermeliyim. Aslında buradaki esas özne insanın EŞİ oluyor. Bu konudaki sınırlama isteği ve hatta zorlama büyük ölçüde eşlerden geliyor çünkü. Bu arada dünyadaki kadınların çok büyük bir çoğunluğunun, bazı konularda ortak genetik özeliklere sahip olduğuna, ortak tepkileri olduğuna, hangi coğrafyada ve sosyal konumda olurlarsa olsunlar, bazı konularda inanılmaz bir benzerlikte davranışlar sergilediklerine inanan bir insanım. Ama şu kesin. Her şeyi eşim ve çocuklarımla, ya da alışılmış düzen içindeki kişilerle paylaşmak zorunda olmak istemiyorum.
c. Büyük bir çoğunluğun toplumla uzlaşma noktasında da sıkıntıları var. Siz belli bir birikim ve donanıma sahipseniz, toplumun birçok kural ve dayatmasının çok ilkel düzeyde olduğunu hissetmeniz kaçınılmaz bir şey. Ya ilkokul düzeyinde yaşayacaksınız ya da birçok konuda toplumun dışında kalacaksınız. Birincisi kolay, ikincisi zor bir yaşam tarzı. Ama üçüncü bir seçenek hiçbir şekilde yok.
2. Bu noktada gerçek duygu ve istekler nelerdir o halde?
a. Sanırım buradaki yönlendirici dürtü “cinsel” olanlar. (İnsanı yaşamı boyunca yönlendiren iki temel dürtünün “cinsel ve ekonomik dürtüler” olduğu kabulü ile...) Çünkü toplumun büyük çoğunluğu, uç ve karşılanamaz ekonomik istekleri olmayan kişilerden meydana geliyor. Başka bir tanımla; insanların çoğunluğu, uygun koşullar sağlandığında “kolay insan” olabiliyorlar. Geriye cinsel dürtülerle şekillenen isteklerimiz ile ait olma duygusunun tatmini kalıyor. Bu toplumda ait olma ile ilgili bir sorun olduğunu sanmıyorum. Yanlış yönlendirilse bile karmaşık bir ait olma refleksimiz var çoğumuzun. Geriye cinsel olanlar kalıyor. Elbette ki cinsel dürtüden kastım yatıp sevişmek değil, temelini cinsel dürtülerin teşkil ettiği her şey. Bunun yanı sıra sanırım, ısrarla istediğimiz bir şey de, sorunsuz, tartışmasız, kavgasız, gürültüsüz yaşama isteği.
b. Peki insanlar bunu neden başaramıyor? (İnsanlar demekle, bu ülkede yaşayan 15 milyon 250 bin ailenin ezici bir çoğunluğunu kastediyorum..) Aslında soruyu sorarken cevabım, kendi çözümlerim ışığında, hazır belki de.
(1) Bütün dünyada, tüm kültürlerle ve tüm coğrafyalarda kadının çocukluktaki etkilenme ve motivasyonu ile erkeğinki arasında büyük farklar var. Erkek mükemmel bir özgüvenle donatılarak yetişkinliğe hazırlanırken, kız çocuğu inanılmaz baskı ve korkutmalarla yetiştirilir.
(2) Bu baskılama, kız çocuğunda, erkek kardeş ve babaya karşı gizli bir hayranlığın ve yerinde olma isteğinin yanı sıra, bir hınç ve öfke duygusunun gelişmesine de neden olabilir.
(3) Ezilen ve aşağılanan kız çocuk zaman zaman erkek çocukla didişse de, bütün toplumlarda otorite olarak kabul edilen babaya karşı hiçbir şey yapamaz, hiçbir tepkisel eylem veya başkaldırıda bulunamaz.
(4) Ve bu duygularla yetişkinliğe ulaşır. Evlenir. Artık, göreceli bile olsa belli oranlarda erkekle eşit olduğu bir kurum söz konusudur. Ve nihayet bazı duyguların doyurulması saati gelmiştir. Yavaş yavaş kontrolü ele alma girişimleri başlar. Eşi ve çocukları tarafından -şiddetle karşılanmadığı her alanda- kendisini ilgilendirsin, ilgilendirmesin, anneler her konuya taraf olmaya, giderek yönlendirici olmaya başlarlar.
(5) Taraf ve yönlendirici olmak, ne pahasına olursa olsun, kendi isteğini gerçekleştirmek tutkusuna dönüşür. Evde yaşayan herkese karşı her alanda tahakküm etme arzusu başlar. Erkek başlangıçta aldırmaz. Çünkü kendi egosunu tatmin için bunlara ihtiyacı yoktur. Kadının yaptıkları nasılsa kendi egemenlik alanlarında bir daralmaya neden olmayacaktır. Ama tam söyleyiş şekli ile, kazın ayağı hiç de öyle değildir. Egemenlik ve hareket alanı giderek daralmaya başlar ve sonunda köşeye sıkışır. Çünkü bu noktada kadın saldırgandır. Köşeye sıkıştırıldığını anladığı andan itibaren de mutsuzluk ve sürtüşme başlar. Burada çözemediğim konu, kadının bu yaptıklarında, elde etmeyi düşündüğü “söz sahibi olma” eyleminde, bir sınır koymaması ve bir noktaya gelindiğinde bununla yetinmeyişi. Belki de insandaki iktidar hırsının bir yansımasıdır bu. Ama hiç kimse, yaşamında, bir çaba sarf ederek, ele geçirdiği ve kendi yararına olan bir mevziiyi başkaları yararına –bu eşi ve çocukları bile olsa- terk etmek istemiyor. Bu da iktidar hırsı ile bağlantılı.
(6) Kadın bunu algılayamaz mı peki? Yani bir noktada durması gerektiğini düşünemez mi? Bence kesinlikle hayır. Böyle yaşamak onun yaşam şeklidir çünkü. Mutlaka bir rakip olacak yaşamında kadının. Kadınlar didişecekleri bir rakip olmadığında kendilerini boşlukta gibi hissediyorlar. Bu onların yaşam enerjisi gibi bir şey.
(7) Suçun çoğunluğunu kadınlara yükleyerek erkeklere belli bir ayrıcalık yaptığım gibi bir durum çıktı ortaya. Sosyolojik olarak; geri kalmış bir toplumdaki tüm ilişki ve kurumların geri kalmak zorunda olduğunun bilincindeyim. Bu nedenle anlatmaya çalıştığım süreçte kadınlar kadar erkeklerin de payı olduğunu da teslim etmem gerekir.
b. Konuyu dağıttım. Konu; insanın gerçek duygu, düşünce ve istekleri idi. Sanıyorum şunu söyleyebiliriz. Kadınların erkek karşısında, evlendikten sonraki abartılı duruşları, sorunları yaratan etken oluyor. Hiç kimse evliliği eşit koşullarda yaşanacak, üst düzeyde paylaşımın olacağı bir birliktelik olarak görmek istemiyor. Uygulamada ne yazık ki, güçlerin çarpıştığı ve eşitlik yerine bir tarafın üstünlüğünün kesin olarak kabul edilmesi gereken bir durum söz konusu. Böyle olunca da taraflar günün birinde, içlerindeki çocuğun sesine kulak verip, “daha fazla özgürlük” diyorlar.
c. Daha fazla özgürlük bu koşullarda nasıl kullanılacak? Sanıyorum sorunun düğüm, aynı zamanda taraflar istiyorlarsa eğer, çözüm noktası burası. (Tarafların bugüne kadar bu konuda çözüm odaklı düşündükleri hiç görülmemiştir. Hiçbir şekilde ne erkek, ne de kadın karşıdakinin daha fazla özgürlük isteğini anlayışla karşılamamış ve tek bir cümle ile özetlemiştir: “Anlaşıldı sen benden bıktın! O halde canın cehenneme..”) Memeliler arasında en mükemmel olarak nitelense de, insan beyni birçok noktada henüz tam bir mükemmelliğe ulaşamamıştır. İnanılmaz bir biçimde ben-merkezci bir çalışma sistemine sahip olduğu, sahibinin tüm olumsuz yanlarını görmezden/anlamazlıktan gelecek şekilde bir çalışma planına sahip olduğu ve bu yönde savunma refleksleri geliştirerek kendisini yanıltmaya yatkın olduğu bilinen yönleridir. Yani taraflar birbirlerine anlayışla yaklaşmak yerine silahlarını çekerek, savaşmaya başlarlar. Oysa yaşam, zamanımızı kişilik mücadeleleri ile tüketemeyecek kadar kısa! Ama bu gerçek 40’lı, hele 50’li yaşlara gelinmeden anlaşılamıyor. Anlaşıldığında ise, şarkılardaki gibi söylemek gerekiyor: “vakit çok geç..”
d. O zaman bazı filmlere konu olan, kimi insanlar için de bunu yapanları aşağılayan tarzda alaylara neden olan, geç kalmış olmanın telaşı başlıyor. Yaşam koşullarının elverişsizliği, yüzünden, parasal yetersizlikler yüzünden, ONLARA GÖRE YAŞANMAK ZORUNDA OLUNDUĞU İÇİN ertelenen her şey yaşanmak istenmeye başlıyor. Bazı durumlarda gerçekten abartılı yaklaşımlar olmuyor değil. Ama sonuçta insan, yaşamının ellerinin arasından kayıp gittiğini gördükçe telaşlanıyor. Belki de tarafların karşılıklı olarak başlayan saldırganlıklarının temel nedeni de budur. Ama zor olan ve işi çözülmez hale getiren şey, tarafların bu olguyu hiçbir şekilde kabul etmeyerek “suçlu” olarak hep karşıdakini hedef göstermesi. Böyle olduğu için de insanlar kendi yarattıkları cehennemlerde yaşamaya devam ediyorlar.

2007-04-08

Yaşama ve Yaşatma Sorumluluğu

“Sorumluluk alma” öğrenilen bir davranış mıdır, yoksa genetik kodlamamızda mı vardır doğrusu bilmiyorum.. ama aynı anne-babadan olma iki kardeş bu konuda farklı kişiliklere sahip olabiliyorsa genetik faktör pek de güçlü değildir denebilir.
Sonradan öğrenilen bir davranış ise eğer, o zaman da toplumsal eğitimimiz ve çocuk yetiştirme şeklimiz ön plana çıkacak demektir.. bu iki konuda da sınıfta kalacağımız gerçeğini göz önüne alırsak, konunun içinden çıkmamız hayli zorlaşacak demektir.
Aşırı korumacı bir toplumsal yapımız var. Bu tutum, tüm yaş gruplarındaki insanların, diğer tüm yaş gruplarına karşı olan duygularını yansıtacak biçimde oluşmuş. Yani 50 yaşındaki kardeş, 45 yaşındaki kardeşini, küçük bir çocuğu koruyor gibi koruyor. Anne-baba-çocuk ilişkilerine gelindiğinde ise iş iyice abartılıyor ve neredeyse anne-baba, çocuğun yerine yaşıyor yaşamı. Sonunda da, o çocuk özgüveni gelişmemiş bir genç ve yetişkin olduğunda, aynı anne-baba nerede hata yaptıklarını sorgulamak yerine, suçu herkese ve çocuklarına atıyorlar.
Uzmanların belirttiklerine göre; çocuk eğitimi 2 yaşından başlayan bir süreç. 2-5 yaş arası oldukça önemli, 5-12 yaş arası ikincil derecede öneme sahip. Bu 10 yıllık sürede çocuğa verilecek eğitim ne kadar bilimsel, gerçekçi ve evrensel değerlere dayanırsa, çocuk o denli mükemmel ve sorunsuz bir yetişkinlik yaşıyor. Tersinde ise, yaşam karşısındaki duruşunda çeşitli eksiklikler ve hatalar oluşuyor. Yani çocuk “yaşama sorumluluğunu” yüklenecek bir genç ve dahası, yetişkin olamıyor.
Çocukları yetiştirecek olan anne-babaların bu eğitimi verebilecek yetkinlikte olması, aynı anne-babaların yetişme sürecindeki toplumsal eğitimle doğru orantılı bir eylem. Kısaca ülke olarak hemen bugün, mükemmel bir eğitim sistemine kavuşsak, bunun sonuçlarını en erken üç nesil sonra alabiliriz.. bu da en az 75 yıllık bir süreç demektir. Daha kısa sürede sonuç almak için ise aynı mükemmel eğitimin ulusal medya desteği ile verilmesi gerekir kanımca.
Bu eğitimin verilmediği/verilemediği toplumlarda insan davranışları nasıl oluyor peki? Etrafımıza baktığımızda günlük yaşamımız içinde sayısız örnek görebiliriz bu konuda. Şu an çocuğu ilköğretim ve lise çağında olup çocuğundan şikâyetçi olmayan yok gibi. Şikâyetler çok çeşitli olmakla birlikte, ana konu çocukların doyumsuzluğu ve amaçsızlıkları. “Benim çocuğum yaşamdan büyük bir keyif alarak yaşıyor ve çok mutlu” diyen anne-baba yok gibi. Yaşamımızdaki her olumsuz duruma bizim dışımızda bir neden arama alışkanlığımızdan dolayı da bu sorunun çözümü şu an henüz bulunmuş değil. Aileler sadece şikayet ediyorlar ve çocuklarını suçluyorlar. Ve böylece de bir bakıma “yaşatma sorumluluklarını” ihlal ettiklerini ve yerine getiremediklerini itiraf ediyorlar.
Öte yandan yetişkinler olarak bizler ne kadar yaşama sorumluluklarımızı yerine getirebiliyoruz acaba? Bizler ne kadar olması gerektiği gibi yaşamayı becerebiliyoruz?
Ölümler sıralı olmalıdır. Yani bir rutin döngü içinde, önce daha yaşlılar vefat etmelidir. Ölüm hiçbir koşulda kabul edilebilir bir olgu değildir. “Her ölüm biraz erkendir” cümlesi günü geldiğinde hepimizin yaşadığı acı bir gerçekliktir. Ama bundan da acısı ve dayanılmaz olanı rutinin dışındaki ölümlerdir kanımca.
Acaba kaçımız rutin dışı bir ölüm yaşamamak için belli gayretler içindeyiz? Kaçımız sigara içmeye devam ediyoruz? Kaçımız düzenli yaşayıp çevremizdekilere, bizi sevenlere erken bir ölüm yaşatmamak için sağlığımızı tehdit eden faktörleri sırayla yaşamımızdan çıkarıyoruz bilinçli olarak? Ve kaçımız yılda bir kez olsun sağlık kontrolünden geçiyoruz?
Eminim, daha küçük yaşlardan itibaren model olarak anne-babayı alan çocuklar, bu konuda dikkatli ve titiz anne-babalara sahip olsalar, onların yaptıklarını görüp-yaşayıp, yaşama bakış ve bu konudaki algılamaları daha farklı olur. Bilinen bir olgudur ki; evde anne-babayı elinde kitap, gazete, dergi ile gören çocuklar okumaya hevesli oluyorlarmış. Anne-baba televizyon başından kalkmıyorsa, çocuktan iyi bir okuyucu olmasını beklemek biraz hayalcilik olmaz mı?

2007-03-27

Empati Yapabilmek

1. Bazı yazıları yazmak, yazarken düşünülen her şeyi kağıda dökmek, dökerken de okuyan herkesi memnun etmek zordur.. sanırım bu öyle bir yazı olacak.. ve sanırım bu yazının sonunda birçok insan bana kızacak.. ama insanları sarsmak gerekiyor bazen de..
2. Beni böyle bir yazı yazmaya iten olay, gelişigüzel gelen bir ileti.. çoğunuz okumuşsunuzdur; bir İngiltere kralı çeşitli nedenlerle azalan İngiltere nüfusunu eski haline getirmek için, o yıllarda hapishanelerde bolca bulunan ipten-kazıktan kaçan erkeklerle, fahişelerin cinsel ilişkide bulunmalarına izin vermiş.. böylece fahişelerden doğan çocuklarla nüfus artmış (!).. bu olaydan esinlenerek de; “kral kontrolünde ilişki” kelimelerinin İngilizce baş harfleri birleştirilmiş ve FUCK kelimesi türetilmiş.. iletinin son cümlesi de şöyle idi: “bütün İngilizler o.ç.dir..”
3. İleti böyle.. aylardır da internette dolaşıyor.. sanırım “empati” kelimesi bu tür olaylar için kullanılıyor..”bir an için kendinizi karşıdakinin yerine koymak” yani.. bu iletinin tam tersinin, yani olayın bir Osmanlı Padişahının kontrolünde ve Türkiye’de meydana geldiğini anlatan bir iletinin İngiltere’de elden ele, dilden dile dolaştığını düşündüm bir an.. ve iletinin sonunda da aynı uğursuz cümlenin bizim için yazıldığını.. neler yapardık acaba?
4. Eğitim ile yapılan şey, insanın o ana kadar yapmakta olduğu bazı davranış kalıplarını değiştirmeye yönelik, yeni davranış şekilleri sunmaktır.. burada yeni davranış şekilleri ile anlatılmak istenen, genel doğrular, giderek evrensel doğrulardır.
5. Üç yaşından itibaren başlaması gereken çocuk eğitimi ile ise; aile-okul-çevre üçlüsü, çocuğun sorunsuz bir yetişkinlik yaşayabilmesi için ihtiyacı olan her tür davranış kalıbını, yaşam karşısındaki sorunsuz duruşunu sağlayacak kriterleri ve gerekli evrensel değerler sistemini vermelidir.
6. Bir toplumdaki insanların; benzer duyguları yaşayabilmesi, asgari ve birbirine yakın bir vatan sevgisini taşıyabilmesi, dünyanın geri kalanından kopuk olmayan bir hukuk ve adalet duygusuna, kabul edilebilir bir etik değerler ve ahlak anlayışına sahip olabilmeleri için, o ülkedeki eğitim sisteminin toplum bireylerine bilimsel, tarafsız ve gerçekçi bir şekilde -en az on yıl süreyle- verilmesi gereklidir. Gelişmiş ülkelerde ortalama okumuşluk oranı 12-13 yıl, ülkemizde 4 yıldır.
7. İşte o zaman, en az on yıl aynı eğitimi alan insanlar homojenleşmeye, benzer duygular taşımaya, birbirine tahammül etmeyi öğrenmeye başlarlar. Yoksa geçmişte ve şimdilerde olduğu gibi, ülkenin bir yarısı diğer yarısına adı konmamış ve ne zaman ve nasıl patlayacağı belli olmayan, bir kin duygusu besler.
8. Klasik yaklaşımdır; insan kendisi dışındaki herkesin kendisi gibi düşünmesini istermiş. Ya da aldığı her tür kararı tüm insanlık adına aldığını düşünür, bu kararın evrensel bir doğru olduğunu varsayarmış. Egonun kendine olan hayranlığının doğal bir sonucudur bu. İşte gelişmiş ülke insanı, o uzun süreli eğitimle biraz olsun bu duygusunu törpülüyor sanırım. Bizim bu bağlamda, diğer insanlardan beklentimiz ise toplumsal dokumuz gereği ilginç bir şekle bürünüyor.
9. Eğitim durumumuzla ilgili iki örnek aktarmak istiyorum. Matematik ve fen bilimlerine düşman bir toplum olduğumuzu söylemek abartma olmaz. Tüm insanların sadece % 17’sinde matematik zekası olduğu söylenir. Sanırım bizim toplumumuzda bu oran çok daha düşük. Uluslararası ölçekte 38 ülkenin katılımı ile yapılan bir ölçme-değerlendirme sınavında Türk öğrenciler; fen dersi sorularına verdikleri cevaplardan, 38 ülke içinde 33. matematikte 31. sırada yer aldılar. Her dört yılda bir yapılan ve ülkemizin de üye olduğu bu oluşumdan Türkiye, alınan sonuçlardaki başarısızlık üzerine 1999 yılında ayrılmıştır. Sanki ayrılmakla sonuçları değiştirebilirmişiz gibi.
10. Öte yandan şöyle bir bilgiye de sahibiz: Sekiz yıllık ilköğretim sonunda;
• Türk öğrenci 7,500,
• ABD’li öğrenci 65,000
• AB üyesi ülke öğrencisi 45,000 yeni kelime öğreniyor..
• Türk öğrenci 6-7
• ABD’li öğrenci 16-18
• AB’ li öğrenci 15-17 kelimelik cümlelerle düşündüklerini ifade ediyorlar.
11. Ne denir? Malzeme bu. Durum böyle olunca, tüm dünyayı, uluslararası ilişkileri, çevre devletlerin aslında kendi ülke çıkarları için yaptıklarını, başka deyişle evreni algılamayı, duygularla yüklü bir anlayışla kavramaya ve anlamlandırmaya çalışıyoruz. Sonra da diğer ülkeler ve herkes için “neden bizim gibi düşünmüyorlar” diyoruz.. Her şeyi ve tüm ilişkileri sadece kendi eksenimizden bakarak değerlendiriyoruz. Bu, anne-baba çocuk ilişkilerinde de böyle, komşuluk ilişkilerinde de böyle, başka insanların söz konusu olduğu tüm ilişkilerde böyle.
12. Lütfen dürüstçe düşünelim şimdi. 18. ve 19. yüzyıllarda İngiltere, Almanya, Fransa, Rusya’nın kendi ülkelerinin gelecekteki çıkarları için Osmanlı İmparatorluğu toprakları üzerinde güttükleri politikaları düşünelim. Yunanistan, Bulgaristan, Sırbistan başta olmak üzere Osmanlının parçalanan-kaybedilen toprakları üzerinde kurulan tüm devletleri ve Ortadoğu’daki bugünkü Arap devletlerini düşünelim. Hangisine kızmaya hakkımız var. Herkes doğal bir dürtü olarak kendi çıkarlarını düşünecek elbette. Bizim yapımız ise; “eğer sonuç bizim aleyhimize sonuçlanmışsa, onlar haksızdır” mantığına dayanıyor. Biz hala insanları ve ülkeleri “Türk dostu” ya da “Türk düşmanı” olarak ayıran bir mantığa sahibiz..
13. Sonuç olarak; kendimizi hiçbir şekilde başkalarının yerine koyarak düşünemiyoruz. Böyle olunca da her tür insan ilişkisinde çuvallıyoruz. Devletler arasındaki ilişkilerin, insanlar arasındaki ilişkilerden farklı olduğunu sanmıyorum ben.
14. Keşke benim yöneticilerim de, bugünkü bir Rum Devleti, bir Yunanistan, bir Ermenistan gibi ülke çıkarlarını ölümüne korusalar. Keşke bizler de bu duygusallığı bırakıp dünyayı daha gerçekçi bir gözle değerlendirebilsek artık.

2007-03-20

Bizim Mahalle

Doğduğum ve liseyi bitirip Adana’yı terk edene kadar yaşadığım sokağa “mahalle” derdik.. daha doğrusu “bizim mahalle”.. o yıllarda herkesin bir mahallesi vardı ve şüphesiz en iyi mahalle, herkes için kendi mahallesi idi.. bir de, bize paralel olan diğer mahalle vardı.. onun adı da “arka mahalle” idi..

Çocukluğumuz, ergenliğimiz, ilkokul, ortaokul ve lise yıllarımız burada geçti.. bizim için “ilk” olan birçok duyguyu burada yaşadık.. bana bunları yazdıran biraz da bunlardır belki de..

Mahalledeki herkes, köşe başındaki bakkal amcamız olan “Ali Bülbül’den” alışveriş ederdi.. bir de sokaktan geçen seyyar satıcılardan.. o yıllarda, hiç kimse bile bile sağlıksız, bozuk besinleri üretip satmazdı.. kimse kimseye bilerek yalan söyleyip kazık atmazdı..

Mahallelerimizdeki evler, şimdiki isimle, çoğunlukla “gecekondu” tipindeki evlerdi.. birçoğu, sıvasız, toprak damlı, yağmurda damları akan, çoğunda elektrik, hatta şehir suyu bağlantısı olmayan evlerdi.. annelerimiz birbirlerine çoğu zaman, “komşu” diye seslenirlerdi.. komşuluk önemliydi.. toplumsal uzlaşmanın önemli bir kilometre taşı idi komşuluk..

Evlerin içleri, yapıları gereği, dikkatli bakıldığında görülebilirlerdi.. gerçi o zamanlar insanların birbirlerinden saklayacak pek fazla şeyleri de yoktu.. yoksulluk ve yoksunluk insanlar için, adı konmamış en önemli ortak payda ve ait olma duygusu idi.. belki de bu nedenle, o yıllarda, birbirlerine yardım etme ve paylaşma konularında insanlar çok büyük bir özveri duygusuna sahiptiler..

Hiç çekinmeden birbirimizin annesinden yiyecek bir şeyler isteyebilirdik.. hiç kimse bu davranışımız için bize “bu ayıptır” dememişti.. hem zaten, içten yapılan bir davranışa ayıp denemez ki..

Aklıma geliverdi.. o yıllarda “süt kardeşliği” denen bir kavram ve durum vardı toplumumuzda.. birbirine yakın doğum yapmış annelerden, sütü yeterli olmayanın çocuğunu diğer anne emzirirdi.. aynı anneyi emen çocuklar da “süt kardeşi” olurlardı.. o yıllarda anneler, göğüsleri bozulacak, sarkacak diye çocuklarını emzirmemezlik etmezlerdi...

Bir de “mahallenin namusu” kavramı vardı.. şimdilerde bu kavramla da alay ediliyor.. bunu, belli dönemler için, müthiş bir oto-kontrol olarak değerlendirmek mümkün aslında.. neden devam ettiremedik acaba bunları?

Geçenlerde kızımla yaptığımız bir sohbette, konu nasılsa açıldığında sormuştum.. “sen ayakkabıya pençe yaptırmak nedir, duydun mu hiç?” demiştim de, “hayır” demişti.. bizim ayakkabılarımıza, artık tutmayana kadar pençe yapılırdı.. yani altı delindiğinde, ayakkabı tamircileri delik yere yama yapardı ve bu yamaya da “pençe” denirdi.. pençeli ayakkabı ya da yamalı elbise giymek, ayıp değildi ve bu durum bizim zorumuza gitmezdi.. dedim ya, yoksulluk ve yoksunluk kutsal bir ortak payda idi.. söylemek gereksiz.. bizim nesil, bugün biraz da alaycı bir eda ile anılan; “yerli malı kullanma haftaları yapan” nesildi.. belki de bütün bunların doğal sonucu olarak, biz birbirimizi kıskanmazdık..

Okullar yarım gündü.. ama o yarım günde aldığımız eğitim mükemmeldi.. bu eğitimin en önemli, adı konmamış ve görülmeyen yanları, “büyüklere saygı” ve “ülkemizi sevmek” üzerine idi..bu iki kavrama aykırı davrananlar ayıplanırdı.. Aslında “ayıp olan” ve kesinlikle yapmamamız gereken, birçok şey öğretilirdi bize evde ve okulda.. bugün “etik değerler” diye adlandırılan toplumsal kurallar ve ahlak öğretileri hepimizin yaşamında olmazsa olmaz değerlerdi.. bu konuda herkes herkesi uyarmak yetkisine sahipti.. bir de öğretmenlerimizle ilgili konu var.. onlardan hem çekinir ve korkar, hem saygı ve hayranlık duyardık.. bize göre onlar kutsal insanlardı.. bir öğretmenle karşılaşan, konuşan herkes, önünü iliklerdi..

Elbette “Anadolu Liselerine” ya da “Üniversiteye Hazırlama” kursları yoktu o yıllarda.. ama, kolej denen özel okullar vardı.. devlet liselerine ve kolejlere aynı öğretmenler giderdi.. eğitim alanında tam bir eşitlik vardı.. herkes aynı kaliteli eğitimi alırdı.. liseden sonra seçilen üniversite ve meslekler tamamen kişisel yeteneklerle ilgiliydi.. sahi.. o yıllar, rehberlik uzmanları, aile danışmanları ya da çocukların götürüldüğü psikologlar yoktu.. ama sanki toplum daha mı sağlıklıydı, yoksa bize mi öyle geliyordu, bilmiyorum..

Toplumda, olsa olsa bir “demirgırat” ve “halkçılar” diye ayrım vardı.. hiç kimse bir diğerini, başka partiye oy veriyor diye düşman bellemiyordu.. hele aynı inancı paylaşmıyor diye bir başkasının yaşamına son vermek akıl-mantık dışı gibi görülürdü.. insanlar kendileri ve evrenle barışıktı kısacası.. birileri mi nifak soktu aramıza, yoksa biz mi yatkındık buna çözemedim ben..

Ne oldu bize böyle?

Yukarıda yazdıklarım bir ütopya değil.. geçiş toplumu insanlarına ait klasik bir duygu olan, “geçmişe olan özlem” hiç değil.. 1940’lı, 1950’li hatta 60’lı yıllarda bu ülkede doğanlar yaşadı tüm bu saydıklarımı.. (Elbette bu cümle ile, o yılların yöneticileri ve bizzat insanlarımız hiç hata yapmadılar demek istemiyorum.. ama hiç bu kadar dibe vurmamıştık..)

Mahallemizi elimizden aldılar, çok katlı, her biri köy büyüklüğünde sitelere hapsolduk.. komşusuz kaldık..

Belki yoksulluk ve yoksunluklarımız o yılara göre biraz azaldı ama artık hiçbir şeyimizi paylaşamaz olduk diğer insanlarla..

Çocuklar artık üzerine sana yağı ya da biber salçası sürülmüş ekmekler yemiyorlar.. hamburger daha mı sağlıklı acaba, bilmiyorum.. ama uzmanlar “obezite” ve “sağlıksız beslenme” denen bir şeyden söz ediyorlar sık sık..

Bırakın pençeli ayakkabıyı, herkesin dolabında 10-15 ayakkabısı, 8-10 kotu var..

Eğitim diye çocuklarımız korkunç sıkıntılara sokup her birini arkadaşlarını mutlaka geçmesi gereken yarış atları gibi yetiştiriyoruz.. ve sonra da “bu çocuk hiçbir şeyden zevk almıyor, odasına kapanıp bilgisayarın başından kalkmıyor” diye söylenip psikologlara koşuyoruz.. gerçekte onların mı ihtiyacı var psikologlara yoksa bizim mi, kestiremiyorum..

Biz güzel insanların, kanaatkar insanların, kıskanmayan insanların, yardımlaşmayı seven insanların, fedakarlık yapan insanların, kin beslemeyen insanların, en önemlisi Anadolu Müslümanlığı denen, hoşgörü ve sevgiye dayalı bir inanç sistemine sahip insanların meydana getirdiği bir toplumduk.. ne oldu bize böyle?

İçimizdeki bu öfke, bu nefret, bu sevgisizlik, bu hoşgörüsüzlük, bu inanılmaz bencillik ne zaman musallat oldu bize? Nerede hata yaptık? Biz mi bozulduk, birileri mi bizi bozdu?

Gerçekten bize ne oldu böyle? Bilen varsa anlatsın bana lütfen!

2007-03-09

Duygularımız

1. Genelde tüm insanlar, özelde evli çiftler ve sevgililer arasındaki anlaşmazlıklara baktıkça şöyle bir yargı oluştu kafamda. Yaşamımızda bir şekilde yeri olan herkes için ayırdığımız bir sevgi ve hoşgörü sınırı var. Bunu bir bardak dolusu bir sıvıya da benzetebiliriz, bir metre uzunluğundaki bir ölçüye de. Önemli olan “birisine” karşı taşıdığımız sevgi ve hoşgörünün sabit ve sınırlarının olması.
2. Sabit, dolayısı ile sınırlı olan bu ölçülebilir duygu eksildikçe yerine yenisini koymak mümkün değil. Aslında insanlara karşı taşıdığımız her tür duygu için söyleyebiliriz belki de bu eksilip yerine yenisinin konamaması durumunu. Sevgimizin sınırlı olduğunu düşünüyorum. Tanışma, iletişime devam etme, arkadaşlık, sevgili olarak yaşama, nihayet evli bir çift olarak bir arada kaldığımız, birlikte yaşadığımız süreler içinde, karşı cinse beslediğimiz sevgimiz, karşı tarafın bizim istediğimiz ölçülerin dışına çıktığı her durumda giderek azalıyor. İnsan, eninde sonunda tüm evreni kendine benzetmek isteğinde olan bir bencil memeli değil midir? Kim bu isteğimize uymazsa, ona karşı hissettiğimiz olumsuz duygular gittikçe artar. Yaşamımızdan çıkardığımız zaman toplumsal baskı ile karşılaşmayacağımız herkesi hemen silip atarız dünyamızdan. Arkadaşlıklar bu şekilde sona ermekte, sevgililer bu şekilde ayrılmakta, evlilikler bu şekilde boşanmayla sonuçlanmaktadır. Hiç kimseye ve kendimize itiraf edemesek de; ileri yaşlarda anne-babalarımızın ve yaşlı herkesin bizim için yük teşkil etmesinin altında yatan duyguların da benzer duygular olduğunu sanıyorum.
3. Sevginin eksilmemesi için ne yapacağız peki? Söylemek çok kolay, gerçekleştirmek ise, çok güçlü bir kişilik isteyen bir durum. Karşı tarafı olduğu haliyle kabul edeceğiz. Bunun için ise tam bir kişilik bütünlüğü gerekiyor. Bu bütünlükte sanırım birinci koşul insanın sonsuz derecede bir özgüvene ve kendi yarattığı değer yargılarına sahip çıkması gerekiyor. Eğitimin, davranış kalıplarının, algılamaların, dinsel öğretilerin, estetik değerlerin ilkokul düzeyinde olduğu bir ülkede bu pek mümkün gibi gözükmüyor.
4. Şu ana kadar anlatılan tüm konuların sonucu olabilecek bir yaklaşım olarak şunları sayabilir miyiz acaba?
• Eğitimsiz bir toplumuz, okumayı sevmiyoruz,
• Duygusalız, tüm evreni duygusal bir bakışla yorumluyoruz,
• Bunun zorunlu sonucu olarak, gerçekçi değiliz,
• Olaylara karşı bilimsel yaklaşamıyoruz,
• Olgun davranamıyoruz, çevremizde örnek teşkil edecek davranışlar sergileyemiyoruz,
• İnanılmaz derecede hoşgörüsüz bir yapımız var. Bizim gibi düşünmeyenlere karşı son derece acımasız davranmaya yatkınız, (Tarihsel süreçte, tek tanrılı dinler ortaya çıkana kadar insanın insana işkence etmesi görülmemiş. İşkence, yani bizimle “aynı olmayana” uygulanan şiddet dinlerin ortaya çıkışıyla başlamış. Düşman olarak belirlenenlerin öldürülmesi elbette vardı ama işkence yoktu.)
5. Din, yapısı gereği günlük yaşantımızda çok fazla yer işgal ediyor. Bu ülkedeki sıradan vatandaşın dinsel bilgisi ise hurafeler yığınından başka bir şey değil. Mamafih, dini insanlara öğretmekteki ilk aşamayı oluşturan “cami görevlileri de” ilkokul düzeyinde bir eğitime sahip. Sonuçta, bir profesörümüzün dediği gibi; “Türklerin dini inançları çok kuvvetli ama dinsel bilgileri çok zayıftır.”
6. Yaşantımızın her evresinde, bizim gibi düşünenler ve düşünmeyenler olmak üzere iki ayrı insan grubu var, Otokratik toplum yapımız çok farklı bir ahlak anlayışının oluşmasına neden olmuş. Bu anlayışta tüm veriler değişken. Herkese karşı farklı bir ahlak öğretisi uyguluyoruz. Bunun zorunlu sonucu ise, “benim anlayışım doğrudur”, mantığına ulaşmak oluyor ve sürekli hata yapıyoruz.
7. Şanslı bir aile eğitiminden geçmişsek, yani o meşhur 2-14 yaş grubunda, yetişkinlik yaşamımızı etkileyen eğitimi veren, aile, okul ve dinsel motifler, birazcık olumlu ise daha hoşgörülü bir kişiliğe sahip olabiliyoruz. Başka bir şekilde söylemek istersek, kendimizi kolektif doğrulardan ne kadar arındırabilir, ne kadar kendi doğrularımızı yaratabilirsek, o kadar hoşgörülü oluyoruz diyebiliriz. Böyle olunca da kendimizle ve başkaları ile kavga etmiyoruz.
8. Bu konudaki bir başka oluşum da yaşla ilgili. Her kültürde ve her coğrafyada yaşlı insanların o engin hoşgörüsünden bahsedilir. (Huysuz ihtiyarlara her yerde rastlamak her zaman mümkündür, o ayrı bir konu. Bu olgu, tutucu ve sorgulamasız eğitimin bir özelliği de edinilen alışkanlıklarının yaşam boyu devam etmesidir.) Ama genel olarak insanlar yaşlandıkça, hoşgörüleri ve sevgi sunumları artar. Belki de şöyle bir şey söz konusudur. İçimizde depolanmış olarak duran bir sevgi birikimi var. Çocukluk ve ilk gençlikle birlikte, aldığımız yanlış eğitim sonucu, dışa vurmamız gereken bu sevgiyi kullanamıyoruz. Okulda arkadaşlarımıza karşı kullanamıyoruz, aile çevremizde kardeşlerimize ve anne-babamıza karşı kullanamıyoruz, evleniyoruz, eşimize ve çocuklarımıza karşı kullanamıyoruz, doğaya karşı, hayvanlara karşı kullanamıyoruz, hiçbir şeye karşı kullanamıyoruz. Bu halimizle 40’lı, 50’li yaşlara geliyoruz. O sunamadığımız sevgi bir şekilde bizi dürtmeye, rahatsız etmeye başlıyor. Ve başta küçük çocuklar olmak üzere, çevremizdeki insanlara bu sevgiyi göstermeye başlıyoruz. Belki de bilinçsizce, çocukların bizi ayıplamayacağından emin olduğumuz için öncelikle onları seçiyoruz. İşte o zaman, bir zamanların sevgisiz insanı gidiyor, sevgi dolu, dünyaya ve evrene karşı son derece saygılı ve hoşgörülü insanı geliyor. Böyle olunca da insan sormadan, düşünmeden edemiyor. Yoksa hepimizin içinde sonsuz bir sevgi ve hoşgörü var da, tüm çevremiz yanlışlıkla, bunu kullanmamamız üzerine mi bina edilmiş acaba?
9. Sahip olduğumuz gelenekçi toplum yapısı içindeki insanımız, günlük yaşamının tüm alanlarında kolektif bilinç tarafından oluşturulan ezici bir baskı altında kalarak yaşıyor. Bu şekilde yaşamak, baskılanan tüm duyguların farklı şekillerde dışa vurulması gibi, mutlak surette bir çıkış ve rahatlama yöntemi yaratarak insanın yakın çevresine bu baskıyı yansıtması şeklinde sonuçlanıyor. Belki de başka ülkelerde rastlanmayan ilginç bir toplumsal yanımız var bizim. Sanıyorum, yine toplumsal baskılarla şekillenen kişiliklerimizden dolayı hiçbir zaman tam anlamı ile özgür davranamamaktan dolayı oluyor bu. Baskıya rağmen kendimizi ifade edemediğimiz için slogan yazmayı çok seviyoruz. Okulda sıraların üzerine, tuvaletlerin duvarlarına, arabalarımızın, kamyonlarımızın her yerine, özellikle arka tamponlarına, kısaca bulduğumuz her yere, duygularımızı, düşüncelerimizi hatta fantezilerimizi yazan bir toplumuz biz. Söyleyemediğimiz her şeyi yazıyoruz belki de. (Bu, elbette yazıya ve yazılı her şeye düşkün olduğumuzu göstermiyor. Okumayı sevmeyen insanlar yazmayı hiç sevmezler.) Sonuç; slogan cümlelerimizi yazıyor ve yazdığımızla kalıyoruz. Arabasının arkasına “liselim” ya da “yeşil gözlüm” yazıp sevgisini herkese ilan eden erkek, evlendikten sadece birkaç gün sonra “yeşil gözlüsünü” ya da “liselisini” öldüresiye dövebiliyor. Dünyanın hiçbir coğrafyasında evlilik öncesi ile sonrası duygu ve davranışların böylesine farklı olduğu bir toplum olduğunu sanmıyorum. Son tahlilde; toplumun ezici baskısı altında bunalan erkek, kişiliğini evinin sınırları dışında hiç bir yerde yaşayamıyor. Evine geldiğinde ise karısını da çocuğunu da öldüresiye döverek kendisine çıkış noktaları yaratmaya ve rahatlamaya çalışıyor belki de... (2002 yılında yapılan bir araştırmaya göre, Diyarbakır’da evlenen her 100 erkekten 40’ı ilk gece eşini öldüresiye dövüyormuş!!!) Bu toplumda kadınlar nasıl mı rahatlayacaklar? Toplumsal gündemimizde henüz böyle bir madde yok. İnsan beyninde çalışan hücre sayısı üçte bir. Yaklaşık 100 milyar hücrenin (nöronun) üçte biri yani. Şu an dünyayı parmağında oynatan insan, uzayı fethetmeye başlayan, mikroçipi bulan ve nihayet 1994 yılında Kasparov'u yenecek bilgisayarı yapan insan (insanı yenen bilgisayar kendini aşması konusunda önemli bir aşamadır bence..) tüm bunları o üçte biri çalışan beyni ile yapıyor. Hepsi çalışsaydı ne olurdu acaba? Günün birinde buna mutlaka ulaşacak ve şu an yaşadığımız çağa, adı bilim ya da iletişim çağı olsa bile, ilkel çağ diye bakacak eminim. Yani insan böylesine güçlü bir yaratık ama, öte taraftan, bir bakıyorsunuz tüm yaşantısını, öncelikle 2-5 yaş, daha sonra da 5-14 yaş arasında yaşadıkları belirliyor. (Sosyalleşmenin başlangıcı olarak iki yaş kabul ediliyor..14 yaş ise ergenlik yaşı..) Bu dönemi pürüzsüz atlatabilmişse (ki bu çok zor, tüm anne -babaların bir Freud, Alfred Adler, Erich Fromm ya da çok yetkin birer psikolog ya da psikiyatrist olması gerekiyor bunun için) sorunları az olan bir yetişkin insan olabiliyor. Çok büyük bir çoğunluk ise bir yığın sorunla, saplantıyla yaşamına devam ediyor. Bence bu çok büyük bir çelişki. İnsan beyni, insan ruhu (!) (başka bir deyim bulamadığım için ruhu, diyorum) sanki çok çok ince bir cam ve bu cam çocukluk yıllarında, bir şekilde mutlaka kırılıyor, ya da iyimser olup, çatlıyor diyelim.. ve kesinlikle de eski halini alamadan, büyüyüp yaşamaya devam ediyor insan. Yani böylesine mükemmel bir beyne ve fizik gücüne sahip iken, hiçbir şekilde tam anlamı ile ruhsal yönden sağılıklı olamıyor. Kısaca, dünyayı hep, sağlıksız ya da en az sağlıklı insanlar yönlendiriyor da diyebiliriz buna.
10. Gelenekçi toplum yapısına sahip olan ülkemizde ise durum daha acı ve vahim. Batılı ülkeler, ya da batıdaki sistem bir ölçüde, uç örnekler dışında en sağlıklı, en eğitimli insanlarını yönetiminin başına getiriyor. Bizde ise tam tersi. Ülkedeki mevcut sağlıklı azınlık yönetime talip olamıyor ya da olmuyor henüz. Her şeyden önce mistik inançlarımız ve buna bağlı davranışlarımız ağır basıyor. Böyle olunca da yüzyıllardır süregelen alışkanlıkla "dine sığınıyoruz." Sanki, tanrı işi gücü bırakmış, 56 İslam ülkesinde yaşayan bir milyardan fazla insanın günlük işlerini takip etmekle yükümlü. Her türlü acizlik ve güç durumda adres belli. Tanrı öyle istiyor ya da istemiyor. Böylece dinsel inançlarımız ve bu inanç sonucu oluşan kültürümüz giderek sosyal yaşama ait tutum ve davranışlarımızı da şekillendirmiş. Sonuçta günlük yaşantımızı olumlu yönde bile etkileyecek olsa, her tür yenilik ve değişime kapalı bir toplum haline gelmişiz. Burada tarihi gerçeklere ters düşen paradoksal bir düşünce sergilemiş oluyorum belki. Zira biraz önce toplumun her tür yeniliğe açık olduğunu, örneklerle anlatmaya çalışmıştım. Sanırım asıl hata Orta Asya'dan beri, toplumu yöneten ya da yönettiğini sanan yönetici kesimde. Tarihimiz boyunca, hep üsten verilenle yetinmişiz. Üstelik bunu bir ihsan olarak kabul etmişiz. Bunun sonucunda da emeğimizle, çabamızla elde ettiğimiz pek bir şey yok. Böyle olunca da onları kaybetmek bize zor gelmiyor. Askeri ve siyasi elit de dediğimiz insanlar da bu sağlıksız toplumun, sağlıksız insanları sonuçta. Onların hata yapma şansı da en az benim kadar. Ben artık kızmıyorum kimseye. Çünkü biliyorum ki; "tarihte ne olmuşsa başka türlüsü olamayacağı için öyle olmuştur." Bugün ülkemde yaşanan her olaya adapte edebiliyorum bu cümleyi. Özal'ı, Demirel'i, Erbakan'ı, Çiller'i ve diğerlerini o haliyle yaşamamız gerekiyordu, öyle yaşadık ve yaşamaya da devam ediyoruz. Kutsal devlet kavramına inanan yöneticilerin, devleti denetleyecek sistemleri oluşturmalarını beklemek, anlamsız bir hayaldir. Bu arada konuya bir de şöyle yaklaşabiliriz sanıyorum. Çoğunlukla yaşamımızın yirmili yaşlarında iken tüm geleceğimizi etkileyen kararlar almak durumunda kalıyoruz. Örneğin meslek ya da üniversite seçimi gibi tüm yaşamımızı etkileyen kararlar bu yaşlarda alınıyor. Ülkemizde ilköğretime başlayan her yüz çocuktan sadece on ikisi üniversiteye başlayabiliyor. Gerek %12’ye giren şanslı grup üniversite tercihini, gerekse geriye kalan %88’lik ezici çoğunluk meslek seçimini, duygusallığın hayli yoğun olarak yaşandığı bu yaşlarda yani 17-18 yaşlarında yapıyor. Üniversite seçimi kesinlikle çevre etkilenmeleri ile oluşuyor. Diğer arkadaşların etkisi, kendi oluşmamış değer yargıları, yaşanılan şehirdeki okullar, aşık olunan karşı cins ve benzer sebepler ya da ailenin kendi özlem ve aşağılık kompleksleri sonucu oluşan karar gereği seçilen okul, çocuğa kabul ettiriliyor. Hangisi ve nasıl olursa olsun seçim büyük bir olasılıkla yanlış oluyor. Bu yanlışlık yıllar sonra, olgunlaşma dönemi diyebileceğimiz bir yaşta anlaşılıyor. Ve sonuçta mesleğini zorla icra eden mutsuz insanlar çıkıyor karşımıza. Kim ne derse desin mutsuz insanlar, kendisi ile barışık olmayan insanlar, sonuçta mutsuz ve birbiri ile kavgalı bir toplum oluşturuyor. Böyle bir toplum ise ortak değerlerini süratle kaybederek anomi ve yabancılaşmanın ve olumsuz anlamdaki bireyselliğin en üst noktasının yaşandığı bir garip topluluk haline geliyor. Peki çözüm? Eğitim, eğitim, eğitim. Bu nasıl mümkün olacak? Bu yöneticilerle zordan da öte, şimdilik, imkansız.

2007-02-27

"Öteki"ni Anlamak Üzerine

1. Son yıllarda “öteki” kelimesi o kadar kullanılır oldu ki; bu konuda, tarafsız bir yazı yazma isteği biraz da cesaret istiyor.. kim ne derse desin, “din” kavramı gibi bir şey bu.. herkes “öteki” nin tanımını kendisine göre yapıyor çünkü..
2. En basit tanımı ile, “öteki, bizim dışımızda gördüğümüz herkes ve her şeydir” diyebiliriz.. insan egosunda o meşhur yanılmazlık yanlışlığı ve “her şeyi en iyi ben bilirim” düşüncesi olduğu sürece de, yaşamımızda “ötekiler” var olmaya devam edecektir.. Gelenekçi bir toplum içinde yaşadığımız için; onlara karşı hissettiklerimiz ise, hafif bir eleştiriden, yaşamalarının gereksiz olduğu düşüncesine kadar geniş bir yelpazeyi içerecektir kuşkusuz. Farklı düşünen insanların barış içinde bir arada yaşamaları ise, nispi olarak daha gelişmiş ve kültür düzeyi daha yüksek toplumlar için geçerlidir. Bizim gibi “geç milliyetçilik” dönemi yaşayan toplumlar için ise bu şimdilik bir hayaldir.
3. Şu bir gerçek ki; günümüzde “öteki” dendiği zaman, çoğunlukla “siyasi görüş” ya da “dinsel görüş” olarak bizden farklı düşünenler kast ediliyor. Gelenekçi toplumlarda ise bu iki kavram, önemli bir tutunum noktası teşkil ettiğinden, toplum üzerinde -belki de olması gerekenden daha fazla- bir ağırlığa ve karşıt görüşlere karşı savunma ihtiyacına sahiptirler. İşte bu nedenle, bu sahiplenme kimi durumlarda karşıt görüş sahiplerinin yaşama haklarına gasp edecek düzeylere gelmektedir.
4. Tek tanrılı dinler, ortaya çıkışlarından itibaren, birbirine benzer argümanları savunmuşlardır. Örneğin, her üç din de kendi sistemlerinin son derece hoşgörülü olduğunu ileri sürer. Oysa böyle bir düşünce, eski deyimle, “eşyanın tabiatına aykırıdır..” Zira dinler, kendilerinden önceki dinlerdeki eksiklikleri tamamlamak üzere geldiklerini, en mükemmel öğretilerin kendi dinlerinde olduğunu savlarlar. Elbette ki, tüm insanların bu dine inanmaları gerekmektedir. Bu konuda gerekirse her tür “zor kullanma” mubahtır. Nitekim sosyoloji tarihi, insanın insana işkence ve eziyet etmesinin, tek tanrılı dinlerin ortaya çıkmasından sonra başladığını söyler. Başka deyişle, “kahramanlık çağı” artık sona ermiştir.
5. Devletlerin ortaya çıkmasından sonra da, iktidar ve zor kullanma tekelini elinde bulunduran siyasal güç, kendi ülkesi içinde sisteme karşı çıkan her sesi susturmak üzere yapılanmıştır. Kolay yönetim bunu gerektirir çünkü.
6. Oysa ötekini anlamak için hoşgörü gereklidir. 4 ve 5. maddelerde sözü edilen gerekçelerle, insanların ve yöneticilerin bu hoşgörüye sahip olmaları için yaşanması gereken sürece, “demokrasi tarihi” dersek abartmamış oluruz sanırım. En geniş anlamı ile bu süreç ise, bir toplumda yaşayan bireylerin her tür “aşağılık komplekslerinin” olumlu anlamda tatmin edilmiş olmasıyla mümkündür. Bu olgu ise, bir yandan ilkokuldan itibaren verilecek olan eğitimle, bir yandan da ülke dinamiklerinin uluslararası alanda başarı kazanmak üzere harekete geçirilmesi ile gerçekleşebilir sanırım.
7. Gelişmiş ülkelerde iktidar değişimi, toplum katmanlarını bizde olduğu gibi derinden etkilemiyor. Bizim ülkemizde, özellikle 1950’li yıllardan itibaren başa gelen her iktidar, ülkedeki tüm değerler sistemini derinden etkileyen değişikliklere başvurmuştur. Farkında olmasak da, her ekonomik sistem kendi ahlak anlayışını da topluma dayatır. Bu dayatma, uluorta göze çarpmasa bile, toplumdaki değerler sisteminin yerinden oynamasına neden olur. Eğer değişen değerler sisteminin yerine yeni ve daha gelişmişleri konmazsa (ikame edilmezse) toplumun büyük sarsıntılara uğraması kaçınılmazdır. Belki de, son 50-60 yıldır benzer sorunların bir türlü üstesinden gelemeyişimizin altında yatan gerçek neden budur.
8. Yapılan bu önemli hatanın yanı sıra, ülke olarak, gelişmiş ülkelerdeki gibi bilimsel temellere dayanan bir eğitim sistemine sahip değiliz. Her iktidarın kendi ahlak anlayışını dayatması bir yana, el attığı ilk konu ilkokuldan başlayarak eğitim sistemini kendi inançları doğrultusunda değiştirmek olmaktadır. Sağlıklı bir sistem tesis edilemediği için, mevcut durumdaki eğitim ve çocuk yetiştirme sistemimiz, her çocuğun kendi arkadaşlarını mutlakla geçilmesi gereken rakipler olarak görme üzerine kurulmuş olmaktadır. Bunun ne kadar sakat bir düşünce olduğu ise ortadadır.
9. Bütün bunlar yan yana gelince, başkalarına karşı duyulan korku, insanları gettolaşmış sitelerde yaşamaya itti. İtilen sosyal katmanlar da, korku duygusuna neden oldukları söylenen insanlar da, bundan zararlı çıktı. Halen her iki tarafın süratle birbirlerinden uzaklaşma sürecini yaşıyoruz. Üstelik bu uzaklaşma beraberinde tarafların birbirlerine diş bilemelerini de getiriyor. Her iki kesimdeki paranoid kişilikler öteki ile ilgili bir kaygı beslemeye devam ediyor ve her ortamda bu kaygıyı yüksek sesle dile getiriyor. İnsanın en temel ve güzel dürtülerinden birisi olan “başkalarına karşı sorumlulukları olma” bizim toplumumuzda giderek yok oluyor.
10. Bu noktada ise devreye başka bir bileşen girmektedir. Devletin Emniyet Kuvvetleri. İktidarların ilk el attıkları konu okullar ise hemen arkasından da “emniyet güçleridir..” Bu güç tarafsızlığını yitirdiği an ülkede kaos yaşanması kaçınılmazdır. Ve biz bu kaos ortamına çok büyük bir hızla girmekteyiz.
11. Yaşanan bunca olumsuzluk yetmezmiş gibi, ülkedeki kimi güdümlü ne sorumsuz medya bu olumsuzluğu körükleyecek biçimde yayınlar yapmaya devam ediyor.
12. Sonuçta, geldiğimiz noktada belirginleşen çözüm yolu, tarafsız yöneticiler, bilimsel yöntemlere dayanan bir eğitim sistemi ve insanların birbirlerini sevmelerine, saygılı olmalarına dayanan bir toplum düzeninin varlığı olmakta. (Bunları uygulama yeteneğimiz olsa bu duruma da gelmezdik denebilir.)

2007-02-24

Dürüst Olmanın Güçlüğü

Gelenekçi toplum yapımızın zorunlu bir sonucu olarak bize verilen kültürel kodlara uyarak yaşadığımız sürece hiçbir zorluk ve tepkiyle karşılaşmadan yaşamımızı devam ettirebiliriz. İçinde her tür ahlak öğretisini, iyi-kötü, güzel-çirkin ve erdem tanımını, günah ve sevabı, kısaca toplumsal yaşamımızı yönlendiren her tür olguyu tanımlayan bu kodları sorgulamak, hele istenen normlardan farklı davranmak toplum gözünde suçlu, ahlaksız, günahkar gibi sıfatlarla anılmayı, ileri safhada ise cezalandırılmayı gerektiriyor.
Öte yanda bir de insanın özü, içinde mutlu olmak isteyen çocuk yanı var.
Yani, insan olmanın zorunlu bir sonucu olarak sahip olduğumuz içgüdülerimiz, içtepilerimiz, arzularımız, isteklerimiz var.
Bir yanda kültürel süreklilik sonucu olarak bizden istenenler, öte yanda bizim özümüz. (Bir başka deyişle bastırılmış kimliğimiz.) Toplum olarak karşılaştığımız birçok çıkmazda bu olgunun, itiraf edilmese de, izlerini görmek mümkün.
Bilinçli insanlar tarafından uyulmayan kuralların gözden geçirilmeleri gerektiğine inanıyorum. Şüphesiz, insan olarak işimize gelmeyen kurallara uymayıp, işimize gelenlere uymak gibi tarihsel bir ikiyüzlülüğümüzün olduğunun da farkındayım. Ama sağlıklı insanlardan meydana gelen bir toplum yaratılmak isteniyorsa bu gözden geçirmenin, dahası değişimlerin bir an önce hayata geçirilmeleri gerekir.
Peki, insanlar henüz kendi değer yargılarını, ön yargılarını, inançlarını, kısaca sahip oldukları bütün bir değerler sistemini gözden geçirmeyi bir gereklilik olarak görmüyorlarsa ne olacak? Çünkü insan, ve insanların meydana getirdiği toplum, kendi bünyesinde yapacağı değişimi ancak bıçak kemiğe dayandığında bir gereklilik olarak görüyor ve eyleme geçiyor.
Bir kural değişene kadar toplumun dışlaması sonucu acı çeken, aşağılanan, cezalandırılanlar ne olacak?
Olayın bir de şu yüzü var: Değişim, ister sigarayı bırakmak gibi somut bir olay olsun, ister bazı olaylar karşısında, örneğin çocuklarına daha yumuşak ve hoşgörülü davranma isteği gibi (bu istek diğer insan ve ailelerden etkilenmek şeklinde bile olabilir, hiç önemi yok, yeter ki değişim olumlu olsun) insanda kesinlikle rahatsızlık yaratıyor. Çünkü bize toplum tarafından verilip oynamamız istenen rolün dışına çıkmak, başta da belirtildiği gibi, hayli zor ve zahmetli bir iş. İnsan ve toplumlar ise kolayı seçmeye, var olan durumu devam ettirmeye, alıştığı gibi yaşamaya yatkın bir yapıya sahiptir.
Son olarak da olayın ayrı ayrı kadın ve erkek açısından değerlendirilmesi var. Zira iki cinsin yaşamı algılayışları ve özellikle ahlak kurallarını kabulleniş biçimleri farklı olabiliyor. Bu da bizi zorunlu olarak, sahip olduğumuz tüm değerler sistemini gözden geçirmemizi gerektiriyor.
Toplum yapımıza baktığımızda bilginin elde edilme sürecinde insanların herhangi bir zahmete girmeden nesilden nesile aktarılan bilgiyi kullandığını görüyoruz. Belki de toplumun “gelenekçi” olmasının temel nedenidir bu özellik. Ya da bu özellik, buna bir tür tembellik de diyebiliriz, sonucunda toplum gelenekçi bir yapıya sahip olmuştur.
Ülkemizdeki yetişkin nüfusun ortalama okumuşluk oranı 4 yıl. Cumhuriyetin kuruluş yıllarında okuma-yazma oranı ise %3 gibi inanılmaz bir rakam. Ülkemizdeki bütün gazetelerin toplam tirajı, ki bu tiraj tüm çabalara rağmen dört milyonu aşamıyor bir türlü, Avrupa veya ABD’deki tek bir gazetenin ortalama tirajı kadar. Neresinden bakılırsa bakılsın, okumayan ve okuyana pek de iyi bakmayan bir toplum yapımız var.
Sahip olduğumuz değerler sistemi ağırlıklı olarak dinsel motiflerden etkilenerek oluşturulmuş. Böyle olunca dinsel kurallar günümüzün neredeyse 24 saatini, başka bir deyişle tüm yaşamımızı düzenlemeye de istekli ve hevesli.
Dinsel değerler sisteminin en çarpıcı yanı, yüzyıllardır "günah" kavramı ile yetiştirilmiş nesillerin, günah ve yasak denen kavramların bazen tersinin de doğru olabileceğini hiçbir şekilde düşünememeleri. Bu nedenle attığımız her adımda "öte dünya" ile ilgili korku ve endişeler hep ön planda yer alıyor. Böyle olunca, yani kültür ve ahlak kuralları dinsel ağırlıklı bir egemen kültürün zorlaması ile oluşmuşsa, değişim de neredeyse olanaksız hale geliyor.
Öte yandan, çöken bir Osmanlı değerler sisteminin yerine geçecek ve toplum katmanları tarafından itirazsız kabul gören değer yargıları da yaratılamamış. Bütün bulların zorunlu sonucu ise :
• Kendisine ve her şeye yabancılaşmış bireyler,
• Dürüst olmayan kişilikler,
• Benzer olaylar için hep farklı kararlar üreten insanlar,
• Yalan ve hile ile yaşamayı alışkanlık haline getirmiş aileler,
• Kendi doğrularını ve gerçeklerini yaşayamayan bir toplum oluşturmuşuz.
Bunun tersi bir yaşam tarzı öncelikle çok dürüst olmayı gerektiriyor. Bizim bu kültürle bunu başarmamız çok zor. Toplumda bazı kıpırdanmalar yaratabilecek güçler olarak sayabileceğimiz; medya, ünlü sanatçılar, siyasetçiler bu misyonu üstlenemeyecek kadar duyarsız ve birikimsiz. Yapılan her şey ortalama okumuşluk oranı 4 yıl olan insanlara yönelik. Böyle olunca da insanları düşünmeye sevk edecek hiçbir etken oluşamıyor.
Ekonomik ve cinsel dürtülerin insan yaşamındaki etkileri belli. Bunlardan özellikle cinsel olanları yüksek sesle söyleme cesaretine sahip olan insan sayısı ise çok az. Bunun temel nedeni de, geliyor geliyor o içimizdeki korkulara dayanıyor.
Bir yanda dinsel korkular, bir yanda da toplumdan dışlanma korkusu. Aslında hiçbirimiz tam anlamı ile dürüst değiliz. Yanımızda, kimselerin görmediği bir yığın maskeyle dolaşıyoruz. Gün içinde, karşılaştığımız her farklı durum / olay / insan / oluşum vb. için bu maskelerden birini (uygun olanı) seçiyor, yüzümüze takıyor ve tüm insanların, bizim bu yüzümüzü tanımasını istiyoruz. Belki maske sayımız, biz olgunlaştıkça, güçlendikçe, bilgi birikimimiz arttıkça azalıyor. Bir tek öldüğümüz an gerçek yüzümüzü görüyor insanlar.
Ama o an o kadar kısa ki..
Hem artık kendimizi anlatma şansımız da yoktur artık.

Etkilenmelerimiz ve Modellerimiz

1. Ego kendi modellerini yaratırken, sahip olduğu etik ve ahlak değerlerini göz ardı eder. (Belki de etik değerler başta olmak üzere tüm değerler sistemimiz toplumsal yaşamın bir gereği ve sonucu olarak bize bir dayatma şeklinde kabul ettirilmektedir!) Burada egonun eğitimli olup olmaması, sonucu etkilemez diye düşünüyorum. Sadece seçilen modelin kimliği ve düzeyi, kişilere göre farklılık gösterebilir. Önemli olan kendi öznel seçiciliği ile seçimini yapmasıdır.
2. Ego güçlü değilse, yani kişi kendini tanıma ve aşma noktalarında sıradan davranışlara sahipse, ait olma duygusu ve tutunum gereksinmelerini de sıradan objelere yöneltecektir. Sıradan objeden kastım, kendisine en çok benzeyen, kendisini en çok benzettiği objenin kimliğidir. Yani, varoşlardan bir genç, kendisini hiçbir zaman Fazıl Say ya da Suna Kan ile özdeşleştirmeyecektir. Seçtiği obje, kendi kültüründe tanımlanmış olmak zorundadır.
3. Yapılan seçimin yansımaları şu şekillerde olabilir :
a. Model/obje her yönüyle olumlanır. Yaptığı hiçbir olumsuzluk dikkate alınmaz, bu konuda beynin karar verme mekanizması felce uğramış gibidir, bazı durumlarda fren görevi yapması gereken filtreler devrede yoktur, fanatik yaklaşımlar söz konusudur. (Aşık olma sürecinde de benzer duygular yaşanmaktadır. Beyinle ilgili olarak elde edilen son bulgulara göre, aşkın ilk evrelerinde, geçici bir süre, beynin karar üretme merkezi kimyasal bir madde ile kaplanmakta ve alınan kararlar ve karşı cins ile ilgili olarak üretilen düşünceler bu nedenle gerçeklikle örtüşmemektedir.) Son olarak, modelle ilgili kararlar üretilirken topluluğun düşüncesi ve kararları egemendir.
b. Bu süreç yaşanırken, bireyin kendi tutuculuğu devam etmektedir. Çevredeki hakim ideolojide ve ahlak anlayışında bir değişim söz konusu değildir. Değişim daha çok, içseldir. Yani, dördüncü evliliğini yapan sanatçı için; “İyi etmiş, aferin kadına..” cümlesi içsel bir isteğin sonucudur aslında. Kişi, egemen ahlak kuralları gereği, kendi yapamadığını objede onaylamaktadır.
c. Burada belki de şöyle bir açıklama gerekecektir: Egonun farkında olmadığı hiçbir şey yoktur. Her duygumuzun ve davranışımızın aslında ne anlama geldiği ego tarafından bilinmektedir. Ama çoğunlukla bunların tamamının bilinç düzeyine çıkmasına izin verilmez. Kişi bunu elbette ki kendisi engeller. Ama bir yerlerde gerçeğin nasıl olduğu/olması gerektiği kayıtlıdır.
d. Bazı durumlarda ise süper ego, yani toplumsal yanımız, bir karar üretme durumunda olduğumuz sosyal olgular için, dışlama / ayıplama / onaylamama süreçlerini başlatabilir. Değer yargılarının çatışması söz konusudur burada. “En kolay inanıp, en zor vazgeçtiğimiz (!)” yargılardır bunlar. Egonun tüm isteği süper ego tarafından bastırılır. Çünkü en kolay şey, öğretildiği gibi yaşamaktır. İnsanlar bu duruma, çok sıradan bir tanımlama ile “çekememezlik” demektedirler. (Bir gece önce yayına giren bir reklam filmindeki, rüzgardan geniş etekleri uçuşarak bacakları görünen kadın model gibi giyinen bir kadın, orta halli bir semtte mutlaka ayıplanacak ve davranışı bastırılmak istenecektir.)
4. Buraya kadar anlatılan durum, egonun tanışmadığı, sadece medya aracılığı ile tanıdığı modellerle ilgilidir. Bu modeller yaşamı doğrudan etkilemezler, etkileri sınırlıdır. Hastalıklı durumlar dışında objenin bireye zararı söz konusu değildir. Sağlıklı ama en uç noktada birey günlük yaşamında seçtiği obje ile fazlaca özdeşleşir, onun gibi konuşup, davranmak ister, onun bilinen repliklerini kullanır, her yönden ona benzemek isteyebilir. İşte, bu durumun aşırılığa kaçması durumunda yukarıda anlatılmak istenen olgu gerçekleşir ve süper ego devreye girerek insanı frenler.
5. Günlük yaşamın diğer bir etkilenme noktası ise bireyin imrendiği, yerinde olmak istediği şahıslarla ilgilidir. Egonun her durumda yapılan her şeyin farkında olduğu bilinmektedir. Kişinin olumlu ya da olumsuz tüm davranışları ego tarafından en saf, en yalın haliyle tanımlanmakta, bilinmektedir. Bireyin herhangi bir duygu durumunu egodan gizlemesi mümkün değildir. Belki, bazı durumlarda farklı duyguların üstü toplumsal baskılar nedeniyle örtülebilir, ama böyle bile olsa, ego, gerçek duygu durumu ne ise, onu bilir. Her durumda, ego, kendi eksiklerinin ve yapamadıklarının/yapmadıklarının farkındadır. (Bu konudaki acı gerçek ise, yapılmayan her konu için egonun kendisini kandırmak üzere programlandığıdır. Egonun yaptığı -ya da yapmadığı- her şey, ne denli toplum dışı, ne denli ahlak dışı, ne denli kural dışı olursa olsun, ego kendisini savunmak zorundadır. Savunmasına savunur ama bilinçaltında bir yerlerde bu eksiklik hali tanımlanmış ve bilinmektedir.)
6. Konunun günlük yaşantımızdaki yansımalarına gelince. Sanırım bunu da; farkına vararak bilinç düzeyinde hissettiklerimiz ve farkına varmadan bilinçaltına ittiklerimiz olarak ayırabiliriz.
a. Farkında olduklarımız: Sahip olduğumuz kişiliklerimiz ve geliştirmiş olduğumuz inanç sistemimizden dolayı (dinsel inançları kastetmiyorum) yapmadığımız davranışlar vardır yaşamımızda. Kuyruğa girilerek yapılan bir etkinlikte, bazı insanlar diğerlerinin önüne geçse bile, siz kişilere olan saygınızdan dolayı böyle bir davranışta bulunmazsınız. Ya da benzer olayları trafikte sık sık yaşarız. Siz saygılı bir sürücü olarak bazen insanların sizin hakkınızı çiğnemelerine ses çıkarmazsınız. Kendimizi aşma noktasında, çok büyük bir ilerleme kaydetmemişsek, şu bir gerçek ki, bazen bu tür disiplinsiz davranışlara imrendiğimiz olmuştur. Çünkü ne denli toplumsallaşırsak toplumsallaşalım, derinde bir yerlerde, sahip olduğumuz bir ilkel benliğimiz vardır. Ve bu tür davranışlar o benliğin bir yansımasıdır.
b. Farkında olmadıklarımız: Konumuz, asıl olarak, bununla ilgili. Sanıyorum düşünsel dünyamızın önemli bir kısmını bu duygular teşkil etmekte. Şöyle anlatmaya çalışayım:
(1) Birlikte yaşadığımız ve değer verdiğimiz insanlar vardır. Annemiz, babamız, kardeşlerimiz, evli isek eşimiz ve çocuklarımız ya da arkadaşlarımız, dostlarımız. İnsan seçicidir ve farkında olmasa, inkar etse bile bencildir. Yakınlaştığı insanı mutlaka kendisine benzetmek ister ya da zaten kendisine benzeyenle yakınlaşmak ister. Kendisine olan hayranlığı ve kaçınılmaz narsist eğilimleri yüzünden, karşı tarafta kendi yansımasını görmek ister. Ama bu her zaman mümkün olmaz. Ya seçeneğimiz yoktur; annemizi, babamızı biz seçmediğimiz için onları eksikleri ile kabul etmekten başka yapabileceğimiz bir şey yoktur, ya da eş seçimini yapmış, başlangıçta bazı şeyleri göz ardı etmiş, “nasıl olsa değişir ve bu eksiğini tamamlar” diye düşünmüş ama sonradan karşı tarafın eksiklikleri taşınamaz/tahammül edilemez hale gelmiştir.
(2) İşte bu durumlarda, yakınımız olan kişide eksik olan şeyi bir başkasında bulduğumuzda, o kişiden etkilenmememiz mümkün değildir. Yani karşımıza farklı anlamda bir model çıkmıştır. İnsan modellere oldukça düşkündür ve yaşamında benzemek isteyebileceği, hayranlık duyacağı objeler olmasını ister farkında olmadan.
(3) Sanıyorum insanlar arasındaki ilişkiyi asıl olarak belirleyen duygu durumu budur. İlişki kurduğumuz ya da kurmak istediğimiz insanlarda mutlaka en yakınımızdaki insanlarda olmayan bir şeyler buluruz. (Belki de bazen de bulduğumuzu sanırız.) Bulduğumuz şey ise, karşıdaki insanın bize benzeyen yönü ya da yönleridir.
7. Sonucu tek cümleye indirgeyecek olursak; insan iflah olmaz bir şekilde, kendisine aşık bir memelidir. Ve çoğunlukla narsist eğilimleri vardır.

2007-02-16

Ağıtlarımız

1. Bazen, baştan beri tersinin de doğru olabileceğini hiç düşünmemiş olduğumuz kimi olgularla ilgili, farklı bir yazı okuyunca, başka birinden farklı bir yaklaşım dinleyince, sonuç olarak o güne kadar inandığımız kavrama bizim baktığımız gibi bakmayan bir görüşle karşılaştığımızda, özeleştiri yapma yeteneğimiz varsa, ya da o güne kadar aldığımız eğitimde esneklik ya da analitik düşünce denen şeye sahip olabilmişsek, bizim doğrumuzdan başka doğruların da olabileceğini kabul ederiz.
2. Ama, bunun için esnek bir düşünce sistemine sahip olmamız şart. Oysa bu, bizim yapımızdaki toplumlarda çok zor kazanılan bir özellik. Çünkü sistem, ya da egemen düşünceyi temsil eden ve kitleleri sorunsuz olarak yönetmek için “hamasi edebiyat” ya da “popülist politika” denen olgudan yararlanan askeri ve siyasi seçkinler, bizim neyi nasıl düşünmemiz için yeterli baskıyı, biz hissetmeden zaten kurmuşlardır.
3. Erdoğan Aydın birkaç haftadır, bir gazetenin hafta sonu ekinde, 1. Dünya Savaşına neden girdiğimizi, daha doğrusu savaşa girmek zorunda olmadığımızı, muhteşem belge ve örneklerle irdelemeye çalıştı. Son tahlilde ise, bizi savaşa sokanların, diğer halkların yanı sıra, bizzat adına davrandıkları Türklere karşı da suçlu olduklarını, Türk halkını acımasızca ölüme gönderen egemen kastla ve onların siyaset tarzıyla hesaplaşmamız gerektiği dile getirdi.
4. Bu düşüncenin, düşüncelerimizi biçimlendiren toplumsal yapıyı göz önüne aldığımızda, biraz itici ve hemen itiraz edilecek bir kavram olduğunun farkındayım. Ama keşke tarih bilincimiz, bize öğretilenlerle yetinmemeyi gerekli kılacak düzeyde olsaydı ve keşke biz olaylara farklı bakabilmeyi bir yaşam tarzı olarak seçebilseydik diyeceğim ben.
5. Uzatmadan konuyu toparlayacak olursak; Erdoğan Aydın bu hafta halkın ağzından, dilinden, duygularından savaşa bakmayı denemiş.. onları aktarmak istedim sizlere. Bir Afrika atasözü; “Aslanlar kendi tarihçilerine sahip olana kadar avcılık öyküleri her zaman avcıları yüceltecektir..” demektedir. Bakalım aslanlar neler söylemiş?
• Vatandaşın, kul olarak, hemen hiçbir hakkının olmadığı bir ülkede vatandaşlık haklarından kopartılmış, dolayısı ile kendi özüne yabancılaştırılmış bir vatan hamaseti ile, hem vatandaşı keyiflerince sömürür hem de istedikleri savaşlara sürerler.. “bu vatan toprağın kara bağrında/ sıradağlar gibi duranlarındır” diye başlayıp, “hudutlarda gaza bayraklarından/ alnına ışıklar vuranlarındır..” diye devam eden şiirler yazarak “ey bu topraklar için toprağa düşen askere” seslenirler..
• Osmanlı zamanında “bedel” uygulaması vardır ve varlıklı ailelerin çocukları askere gitmemektedir. (bir bakıma şimdi de pek farklı değil!!!) Oğulları askere giden Anadolu kadını ise yüreği yanarak şöyle seslenir:
Yemen yolu çukurdandır
Karavana bakırdandır
Zengin olan bedel verir
Ölen giden fakirdendir
• Genç nüfus kırıldıkça sırayla, 17, 16 ve 15 yaşındaki çocuklar askere alınırlar.. analar bu kez şöyle seslenirler:
Mızıkalar çalınıyor
Asker olan gelsin diye
On yedili asker olmuş
Topluyorlar ölsün diye
• Ya da;
Gitme Yemen’e Yemen’e
Yemen sıcak dayanaman
Kalk borusu erken vurur
Sen küçüksün dayanaman
• Ya da yöneticiler sorgulanır:
Yemen bizim neyimize
Şivan düştü köyümüze
Bak yavrular yetim kaldı
Güvenmeyin beyinize
• Halk aslında aldatıldığının bal gibi farkındadır.. şöyle seslenir:
Kar mı yağmış Erzurum’un düzüne
Kül elendi ahalinin yüzüne
Kafir millet uydu Alman sözüne
Bahçede güllerin soldu Erzurum
• Halka yönelik aldatmacaya tepki ise şöyledir:
Seferberlik oldu gelin dediler
Üç günlük erzakı alın dediler
Gidin Erzurum’da ölün dediler
İşte böyle böyle hal, deli gönül
İster ağla ister gül, deli gönül
• Savaş öyle bir yıkımdır ki, anaların yüreği dayanamaz bin bir zorlukla büyüttüğü çocuklarının elinden alınmasına.. ve ağlayarak seslenir:
Eledim eledim höllük eledim
Aynalı beşikte bebek beledim
Büyüttüm besledim asker eyledim
Gitti de gelmedi buna ne çare
• Karadenizli, kendi dilinde, kendi kültüründe dert yanar:
Erzurumun dağlari yedun Maçkalilari
Kiminin yari ağlar kiminun analari
Dertliyim kederliyum her ne desan kanarum
Ey Zigana dağlari gördi mi sizi yarum
6. Hepsini almaya yerim yok.. siz de sabah sabah zor okuyorsunuz zaten.. bu kadar yetsin hafta başı için.. daha iç açıcı şeyler yazmak isterdim ama yazıdan etkilendim açıkçası.. bilmediğim bazı yeni şeyler öğrendim.. ama şu var: bu konu “analara” bırakılsa dünyada savaşlar azalır ve giderek de ortadan kalkar sanıyorum..
7. Son olarak; ABD Irak’a saldırırken düşündüğü gibi kuzey cephesini açabilse idi, yani o meşhur tezkere mecliste reddedilmese ve biz de ABD’nin kuyruğu olarak savaşa girip Müslüman müslümanı boğazlasa idik, toplumumuza savaştaki haklılığımızı anlatmak için, yine o hamasi şiirleri okuyabilecek miydik acaba?
26 KASIM 2006

Ülkemizin Son Otuz Yılı

1. 1990 yılı sonlarında, Irak Kuveyt’i işgal etti. Bunun üzerine, ABD’nin 22 ülke silahlı güçlerinden oluşturduğu müttefikler 1991 Ocak ayında Irak’a saldırdılar. Harekat sınırlı oldu. Irak Kuveyt’ten çekildi, ABD Saddam’ı devirmek yerine Irak’ın altyapı tesislerine büyük zarar vererek savaşı sona erdirdiler. Dünyada yeni bir sayfa açılmıştı. Baba Bush’un deyişiyle; “artık dünyada hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı..”
2. Yine 1991 yılında SSCB’nin çökmesiyle kapitalizm dünyayı kendi çıkarları doğrultusunda yeniden şekillendirmeye başladı. Bu kez bu iş savaşsız ve silahsız yapılacaktı. Çünkü “tarihin sonu gelmişti” o yıllardaki klasik söylemle.
3. Yeni ismiyle “küreselleşme” emperyalizmin tüm yeryüzüne, kendi kurum ve kurallarıyla yayılmasından başka bir şey değildi. Elbette ki bu durumdan en çok etkilenen ülkeler, ulus devlet nitelikleri devam eden gelişmemiş devletler olacaktı.
4. Geçmişte, “sömürgeci” dönemde hedef ülkelerde çok büyük kıyımlar yapılmış ve o ülkelerin tüm zenginliklerine büyük bir acımasızlıkla el konmuştu. Artık büyük kıyımlar yapmak yerine gelişmemiş ülkelerin zayıflıklarından yararlanarak, neredeyse o ülkelerin sömürgeci güçleri, bizzat kendilerinin davet etmesi söz konusu idi. Bütün planlar ve yapılanmalar buna göre şekilleniyordu.
5. Yıllara göre bir ayırım yapacak olursak, 1970’li yıllardan önce emperyal ülkeler hedef olarak seçtiği ülkelerde işlerine gelen sektörleri denetlemekte ve sömürmekte idi. 1980 sonrasında ise iyice vahşileşen emperyalizm, hedef ülkenin tüm kurumlarını ve varlıklarını kendi denetimine almak yolunu seçmişlerdir. Bu durumda bu tür hedef ülkeleri “sözde özgür” ülkeler dersek abartma yapmış olmayız sanırım.
6. 80’li yılların başında, hızla küreselleşen kapitalizm hedef ülkelerde kendisine yakın çevreleri kullanma sürecini başlatmıştır. Bu bağlamda, bizim ülkemizde Özal’ın kimliğinde kendi liderlerini bulmuşlardır. Artık ülkede hayata geçirilen her yeni uygulama dış ülkelere biraz daha bağımlı hale gelmek anlamına geliyordu. Bunu bu şekilde dile getirenlere ise, şimdi olduğu gibi o yıllarda da “bozguncu, servet düşmanı, dinozor, hatta komünist” gibi isimler veriliyordu.
7. Sonuçta 24 Ocak kararları uygulamaya kondu. İşin garip tarafı şudur bence. Gelişmemiş ülke yöneticileri olup-biten olguları dünya ölçeğinde değerlendirme yeteneğinden yoksundurlar. Bu nedenle kendilerine önerilen/dayatılan uygulamalara hep kurtarıcı gözüyle bakarlar, sonuçta ise battıkça batarlar. Bize önerilen yeni oyuncak “ekonomik serbesti” idi. TL devalüe edilerek dalgalı kura geçildi, faizler piyasa koşullarına terk edildi, Türk Parasını koruma kanunu kaldırıldı, ithalat her konuda serbestleşti ve biz tam bir tüketim toplumu olduk.
8. 1990 yılında dış borcumuz 49 milyar dolar iken, 97 yılı sonunda 93 milyar dolara çıkmıştı. Bugün ise 193 milyar dolardır. Bu sarmala girdikten sonra kurtuluş yoktur. Her gelen iktidar borç devraldığını söyleyerek borçlanmaya devam edecektir.
9. 12 Eylül’ün, ekonomi bilimi yoksunu generalleri hiçbir şeyin farkına varmadan bu sistemi desteklediler. 1989 sonlarında ülkenin ipi tam olarak çekildi ve “ticari serbestiden” daha da tehlikeli olan “mali serbesti” ye geçildi. Ülkenin son bağımsızlık kırıntıları da elden çıkmaya mahkûmdu artık.
10. 90’lı yıllardaki koalisyon hükümetleri (Çiller-Karayalçın) Avrupa’da bir ilke imza attılar ve ülkemizi AB üyesi olmadan gümrük birliğine soktular. Başta Avrupalılar bile buna inanmak istemedi ama 65 milyonluk dev bir tüketicinin üzerine balıklama atladılar.
11. 2000’li yılların başında silahsız işgal hemen hemen tamamlanmış ve ülke teslim alınacak hale gelmiştir. Artık en küçük bir olay bile ekonominin tepetaklak olmasına yetmektedir. Bu nedenle ülke borçlarının ödenmesini garanti altına alınmasını sağlamak gerekmektedir.
12. Kemal Derviş denen adam devreye sokulur. Her şeye rağmen, emperyal güçlerin önünde zaman zaman pürüzler çıkaran Ecevit ve benzeri bazı politikacılar vardır. Oysa arzulanan şey, dikensiz gül bahçesidir. Bir kez daha düğmeye basılır. Kapalı kapılar arkasında yapılan pazarlıklar sonucu ılımlı İslam denen modeli uygulamak üzere AKP devreye sokulur. AKP bünyesindeki güçler, 80 yıllık kin ve öfkeyle Cumhuriyete Batının düşündüğünden çok daha istekli bir şekilde saldırdı. Ülkenin temel kurumlarını ve kamu yönetim düzeni tahrip edilmeye devam ediliyor.
13. 1950’li yıllardan itibaren uygulanan yöntem başarıya ulaşmış, toplum iki anestezi (din ve tüketim) ile uyutulmuş ve istenen toplum düzeni (ya da düzensizliği) sağlanmıştır. Bunun adı “kontrollü istikrarsızlıktır.” İşin garibi, biz olup biten her şeyin kendi istek ve irademizle olduğunu sanıyoruz hala.
14. Ben ise yıllardır şunu çözemiyorum. Ülkenin başına bela olan uygulamaları yapan politikacılardan vefat etmiş olanlar, ya devlet mezarlığındalar ya da adlarına yapılan anıt mezarlarda yatmaktalar. Halen yaşamakta olup ileride vefat edecek olanlar da aynı şekilde, ya devlet mezarlığına defnedilecek ya da adlarına anıt mezarlar yapılacaktır. Ne biçim bir toplumuz biz yaa???
20 KASIM 2006

2007-02-09

Psikoloji ve Biz…

1.Psikologlar, bir insanın, tam bir kişilik bütünlüğüne sahip olabilmesi için aşağıdaki şartları sıralıyorlar;
•İnsan, yaşam planı yapabilmeli ve bu planı uygulamada başarılı olmalı,
•Kişiliğine katkıda bulunacak ve kendisimi mutlu edecek sosyal ilişkiler kurabilmeli,
•Pişman olma duygusuna sahip olmalı,
•Sorumluluk üstlenebilmeli,
•Sevme yeteneğine sahip olmalı,
•Yaşamında yeterince, sevecen tepkiler verebilmeli..
Bunlardan bir ya da daha fazlası eksikse, o kişi için “eksik kimlik sahibi insan” deniyor.
Farklı yaklaşımlarla tanıştıkça, ister istemez, kendimizi, yakınlarımızı, arkadaşlarımızı, giderek kendi toplumumuzu düşünüyoruz. Günümüz insanı tam bir yabancılaşma yaşamakta. Bizim insanımız; misafirperver, yardımsever, komşuluk ilişkileri gelişmiş insanlardı. 80 ’li yıllarla birlikte, bireyselleşmeyi, bencilleşme olarak algıladığımızdan olsa gerek, bu özelliklerimizi giderek kaybettik. Çekirdek aile kavramını da yanlış anladığımızdan, anne-baba ve çocuklardan oluşan, etrafı kalın duvarlarla çevrili kozalara hapsettik kendimizi. Varsa biz, yoksa biz” felsefesi yaşam rehberimiz oldu.
Son günlerde yapılan bir araştırmaya göre de, sağlıklı bir yaşam ve ilişkiler bütünü için, insan;
• Akılcı davranışlar sergileyebilmeli,
• Duygularını kontrol edebilmeli,
• Dayanıklı olabilmeli imiş.. Dayanıklılık elbette fizik ve ruh olarak dayanıklılık.
2. Bir de Freud var, farklı bir tanımla konuya katılan. O da, ruhsal açıdan sağlıklı olmanın, üç ölçütü olduğunu söylüyor. Çalışmak, sevmek, gülmek.
3. Başka biri kalkmış, olaya çok daha değişik bir yaklaşım getirmiş. Diyor ki; “Psikanalitik teori, doyurucu bir orgazm tadamayanların, derin bir aşk yaşayamayacağını söyler. Yasaklı bir toplumda kişiler arasında doygunluk ve sevgi yerine nefretin gelişme nedeni burada gizlidir.” 12 Eylül öncesi dönemde bu ülkede sağdan ve soldan her gün onlarca insan ölüyordu. Başta siyasilerimiz olmak üzere, insanlar kendileri gibi düşünmeyenlere kesinlikle yaşama hakkı vermek istemiyorlardı. Yoksa, bu cümlede de mi gerçek payı var?
4. Yine, analiz yeteneği gelişmiş biri; “korku varsa başka hiçbir duyguya yer yoktur” demiş. Bu yaklaşım da benim ülkeme uyuyor. Geçmişte korkularla yaşadık. Şimdi de öyleyiz. Soyut ve somut korkular egemen dünyamıza.
5. İnsanların birbirini anlayabilmeleri, birbirlerini tamamlayabilmeleri, değişikliklere uyum sağlayabilmeleri için, algı zenginliğine sahip olmaları gerekiyormuş. Bu ise erken yaş dönemlerinde verilen eğitimle gerçekleşiyor. Algı zenginliği beraberinde, dikkati toplayabilme, beklemeyi öğrenme, acele etmeden hızlı olabilme, gerektiğinde yavaşlayabilme, kendini kontrol edebilme ve plan yapabilip, uygulamayı getiriyor. Sanki, bunlarda da biraz eksiğimiz var gibi.
6. İşi iyice sadeleştirelim. Sağlıklı bir yaşam için istenenler; “şükret, işini sev, iyilik yap” olarak özetlenmiş. Sanırım, biz sadece şükretmeyi biliyoruz.
7. Kadın-erkek dengesi sağlam bir toplumda yaşamayan erkek ve kadınlar birbirlerini tam olarak anlayamazmış.
8. Kişi kendi yaşamında kendisini ciddiye aldığı ölçüde hak kazanırmış, ciddi işler, ciddi sonuçlar istemeye.
9. Bir ırkın ya da dinin diğerleri üzerindeki üstünlüğünü savunan bir ulus, zamanla psikolojik olarak işlevsizleşirmiş.
10. İnsan bir soyutlamayı, başka bir deyişle bir ideolojinin temsilcisini ikna edemezmiş hiçbir zaman.
11. Dünyada hiçbir şey kin beslemek kadar insanı yıpratmazmış.
12. Sonuç olarak, psikoloji bizim için fazla lüks galiba. Son verilere göre yaklaşık 350 milyar dolar iç ve dış borcumuz var. Ekonomimiz berbat, dış politikada dibe vurmuşuz, siyasilerimiz beceriksiz ve kişisel çıkarları ülke çıkarlarının önünde, ortalama okumuşluk oranımız dört yıl kadar, fen ve matematik bilimlerini sevmeyen bir insan tipimiz var. Önümüzde cumhurbaşkanlığı ve genel seçimler var. Ve ben sıradan bir vatandaş olarak, bu ülkede hep çaresizliği yaşıyorum.
Sağlıkla, sevgiyle kalın..

2007-02-08

İnsanlardaki Algılama Farklarının Olası Nedenleri

İnsan beyninin özellikle 2-12 yaş arasında bilimsel yöntemlerle eğitilmesi, yetişkinlik yaşamımızı doğrudan etkileyen bir eylemdir. Bu eğitim ile insanın algılama yeteneği geliştirilebilmekte ve dünya ve evreni tanımlaması elde edilen bu bilgilerle yapılabilmektedir. “Algılama” olgusuna, kısaca, “olayları ve dünyayı kavrayabilme yeteneği” diyebiliriz.
Bir örnekle açıklayacak olursak; geçmişte Milliyet Gazetesinin katkıları ile Türkiye’de ilk kez yapılan “Trafik Kazalarının Nedenleri” konulu panelin sonuç raporunda çarpıcı bir tespit vardı. Trafik kazalarında dünya birincisi olmamızın ana nedeni olarak “Türk insanındaki algılama yetersizliği” gösteriliyordu.
Algılama yetersizliği. Gerçekten ilginç ve yerinde bir tespit. Hangi konuya uygularsanız uygulayın “cuk” diye oturuyor. Ortalama 4,4 yıl eğitim almış bir yetişkinin yapacağı tüm yanlışlıklar için kullanılabilecek bir gerekçe. (Elbette ki hafifletici bir gerekçe değil. Yetişkin nüfus için ülkemizde 4,4 yıl olan ortalama okumuşluk oranı A.B.D.’de 11.8 yıl, Japonya’da yaklaşık 13 yıl, Avrupa’da ise ortalama olarak 11-12 yıldır. Bu konuda gelişmiş ülkeleri yakalamak için neredeyse bir yüzyıldan fazla zamana ihtiyacımızın olması korkunç bir gerçek. Sadece bu örnek bile gelişmiş ülkelerle, gelişmekte olan ülkelerin arasında ne denli kapatılamaz bir uçurum olduğunu gösteriyor aslında.) (2002 yılı verileri olarak; yetişkin nüfusun ortalama okumuşluk oranı için, kadınlarda % 3.1, erkeklerde % 5.7, ortalamada ise % 4.4 rakamı verildi, ancak resmi açıklama henüz yapılmadı.)
Böyle olunca da algılama yetersizliği birçok olayı açıklamaya yarayacak bir sihirli neden durumuna geliyor. Trafikteki kaza şampiyonluğumuzun en önemli iki nedeni “aşırı hız ve hatalı sollama.” Her iki konuda da insanımız birkaç saniye sonra meydana gelecek olan olayları tahayyül edemiyor. Sosyal yaşamın diğer alanlarına ait konuları tahmin edemediği gibi. Olacakları kestiremeyince de bilim ve mantık dışı bir yaşam tarzı ve kabulleniş ortaya çıkıyor. Daha da kötüsü ülkedeki her şey bu 4.4 yıl eğitim almış insanlara göre şekilleniyor. Tüm değer yargıları bu düzeydeki kültür esas alınarak oluşuyor.
Medya onlara göre şekilleniyor, siyaset onlara göre şekilleniyor, her tür eğlence kültürü onlara göre şekilleniyor, toplumsal idoller onlara göre şekilleniyor, her şey, ama her şey onlara göre şekilleniyor. Bu kültürle yetişmiş olan bir medya mensubu da rahatlıkla; “ne yapalım halk böyle istiyor” basitliğine sığınabiliyor. Sonra da Batılı insanlar bazı düşünce ve eylemlerimizden dolayı bizi suçladıkları zaman onlara kızıyoruz. Onlarla hiçbir konuda birbirimizi anlamamız mümkün değil oysa. Yaşamı, dünyayı, evreni, kısaca her şeyi algılayış ve kabulleniş biçimimiz taban tabana zıt çünkü.
Birkaç yıl önce Finlandiya’da bir banka soygununda soyguncular iki polis memurunu öldürmüşlerdi. Birincisi, ülkede ikinci dünya savaşından bu yana ilk banka soygunu yapılmış. İkincisi soyguncular Finlandiya vatandaşı değil. Sonuçta olay üzerine Finlandiya’da üç günlük bir yas ilan edildi, üç gün boyunca bayraklar yarıya indirildi, ülkede yaşam durdu. Başta Cumhurbaşkanlarının katılımı olmak üzere, ülkede inanılmaz bir cenaze töreni düzenlendi. Sebep: iki polis memuru öldürüldü. Finlandiyalı bakanlar zaman zaman uluslararası kurumlarda görev alıyor ve belki de ülkemiz hakkında fikir yürütmek, karar oluşturmak durumunda kalıyorlar. Tanrı aşkına! Bu insanlar bizi, bizim de onları anlamamız mümkün olabilir mi?
Matematik, fizik, kimya, biyoloji, coğrafya vb. temel bilimlerden uzak toplumların sorun çözme yöntemleri geleneksel ve dinsel öğreti ağırlıklı olur. Bu toplumların eğitim diye aldıkları da zaten dinsel ağırlıklı ve mistik bilgilerden ibarettir. Bilgiler yazılı olarak değil, nesilden nesile sözlü olarak aktarılır. Bu nedenle yaşlılar hep gereğinden fazla saygındır. Ve sanıyorum verilen bu eğitimle yetişen bireylerin meydana getirdiği toplumların en belirgin yanı da, bu toplumlarda sorgulama diye bir kavramın olmaması ve her şeyin, doğa olayları dahil, büyük bir tevekkülle ve başka türlüsünün olamayacağı yargısıyla, karşılanmasıdır.
Böyle olduğu halde öylesine bilinçli bir propaganda yapılır ki; topluma verilmiş olan yanlış bilgilerden meydana gelen kolektif bilincin çok bilimsel olduğu herkese kabul ettirilir. İşte bu nedenle bu toplumlarda “hoşgörü ve sevgi” hep eksiktir ve bunların eksikliği hep hissedilir.
Ama benim ülkemde bu oyun öylesine mükemmel oynanmıştır ki; Osmanlının yüzyıllarca medreseler aracılığı ile öğrettiği dinsel bilgi ve hurafeler bize “bilim” diye anlatılmıştır. Şüphesiz asıl tehlikeli sonucu doğuran şey, bu öğreti ile birlikte sorgulamanın yasaklanması, dahası sorgulamanın “günah” olduğunun topluma kabul ettirilmesidir. Ama bunun sonucunda 600 yıllık imparatorluktan geriye, bir-iki kırıntı dışında, bilimsel anlamda hiçbir şey, ya da bir tane bile kitap kalmamış, dünyaya, belki de Piri Reis dışında, bir tek bilim adamı hediye edilememiştir. (Onun da Padişah fermanı ile kellesini kesmişiz..)
Yine bunun kaçınılmaz bir sonucu olarak kendi doğrularını dünyanın merkezi sanan bir toplum olup çıkmışız. Başka türlüsü de olamazdı. Çünkü Osmanlıda bugünkü anlamda “bilimsel” bilgi yoktu. Böyle olunca da toplumun kolektif bilinci ve toplumsal öğretilerinin, hiçbir sorgulamaya tabii olmaksızın, duygusal temeller üzerine kurulması kaçınılmazdır. Bu toplumdaki bireylerin kararları da zorunlu olarak duygusal olacak, dahası kendileri gibi düşünmeyen diğer toplumları (bu arada kendi ülkesindeki diğer toplum katmanlarını da) anlayışsızlık ve bir adım daha ileri giderek “hainlikle” suçlayacaktır. En acı ve tehlikelisi de; böylesi ülkelerde “devlet” denen dev aygıt kendi insanlarını da “benden olanlar” ve “benden olmayanlar” diye ikiye ayırır. Konuyu anlamaya yardımcı olması bakımından, psikolojideki “yapılandırıcı bellek” diye kavramından söz etmek istiyorum.. tam olarak anlatımı biraz zor ama şunları sıralayabiliriz tanımlama kolaylığı bakımından :
• Belirli bir kültürde ve belli etkilerle yetişen bir insan, kendisine öğretilen, eski deyimle “belletilen” konuları bir mantık süzgecinden geçirmeksizin kabul eder ve bu bilgiyi toplumun diğer üyeleri ile paylaşmak ister,
• Bu olguya toplumla aynılaşmak isteği de diyebiliriz.. çünkü “aykırı ve itaatsiz olmak” zor ve zahmetli bir iştir..
• Bu suretle oluşan kültür, hangi durumda neyin nasıl yapılması gerektiğini, hatta ne zaman nelerin söyleneceğini bize dikte ettirir,
• İnsan belleğinin bu özelliği ise bazen bize şöyle zarar verir: bir olayı zihnimize yerleştiririz.. bu olayı, her hatırlama veya anlatışta / başkasına aktarmada doğruluğuna içtenlikle inanır ve aktarırız.. işte bu benimseme, gerçekte doğru olmayan bu olayı, belleğin zaman içinde farklı biçimde yapılandırması sonucunu doğurur.. artık öyle bir hale geliriz ki; mantık/akıl yürütme/düşünme gibi tüm filtreler devreden çıkmıştır.. zaten bu aşamada tutuculuk ve fanatiklik başlar..
• Yani.. halen gelişmiş ülkelerde inceleme konusu olmaya devam eden bir “köy enstitüleri” olayına “komünist yetiştiriyorlar” diye öyle bir damga vurulur ki, aradan asırlar da geçse bu yargıyı değiştiremezsiniz..
•Oysa, dış güçler ve yerli işbirlikçiler ellerini oğuşturmaktadırlar ülkem daha bir gerilere itildi diye..

2007-01-31

Türklük Üzerine

Türklük ve Türk Olmak Üzerine
Yazıyla ve yazılı olan nesnelerle arası pek te iyi olmayan bir toplumsal dokumuz var. Bunun günümüzde bizi en fazla bağlayan yanı, bir yığın olumsuzluk bir yana -ülkemizde bir yılda basılan kitap sayısının, gelişmiş bazı ülkelerin bir haftalık kitap sayısına eşit olması ya da satın alınan kitap sayısı bakımından, ülkemizde yılda sekiz kişiye bir kitap, Japonya’da ise bir kişiye 26 kitap düşmesi gibi- kendi tarihimizi yazmamış olmamızdır denilebilir. Çünkü “Kendi tarihlerini yazmayan, dolayısıyla uygarlıklarının nesnel ürünlerini geriye bırakmayan ulusların tarihini, başka ulusların tarihine dayanarak yazmak güçtür. Bu yüzden Orta Asya tarihimiz, efsaneler ve destanlarla karışık bir biçimde bilinmeye devam etmiştir. (Taner Timur) Kaldı ki; Osmanlı tarihi hakkında bildiklerimiz de, padişahların yanlarında bir görevli olarak bulunan resmi tarih yazıcılarının yazdığı tarihtir. Bunların ise, ne kadar tarafsız oldukları tartışmaya açıktır.
Buna eklenebilecek bir başka yaklaşım ise, dünyada başka bazı uluslar için de söylenebilecek şu mantık yürütme olabilir: “Bireylerin, dolayısı ile bireylerden meydana gelen toplumlarda yaşanan kimlik sorunu, aslında geçmişle bugün arasında kurulmaya çalışılan bir uyum sorunudur..”
Yaşanan her süreci, kısa süre önce yaşanan bir geçmiş zaman dilimi olarak kabul edersek, bırakalım Orta Asya ve Osmanlı Tarihini, belki de Cumhuriyet’ten bu yana yaşananlarda bile toplumca bir uyum sorunu yaşadığımız ileri sürülebilir. Zira; seksen yıldan fazla bir süredir, benzer sorunları yaşayan ve bunları bir türlü çözemeyen bir toplum yapımız ve yönetici elitimiz var. Bunun zorunlu sonucu olarak karşımıza çıkan olgu ise, çoğunluğu, kendisi ile barışık olmayan insanlardan meydana gelen bir toplumsal yapı, komşuları ve kendi insanı ile sürekli sorunlar yaşayan bir politik sistemdir.
Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren, yeni sisteme yönelik, iç ve dış dinamiklerden kaynaklanan sorunlar yaşadık. Bizzat kendi insanımız, nedeni ne olursa olsun, yirmiden fazla isyan çıkararak ülkeyi sürekli bir tehdit altında tuttu. Bugün Cumhuriyetin karşısındaki tehdidin o yıllardan farksız olduğuna inanıyorum. Hatta ilk kez bu denli sistemli ve bizzat devlet olanakları kullanılarak Cumhuriyet çökertilmek istenmektedir.
Grubumuz içinde hemen her gün gönderilen, Türklük ve Türkler konusunda yazılan o güzelim cümle ve yaklaşımları okudukça, Türklüğüne ve milliyetine düşkün biri olarak, düşünmeden edemiyorum. Gerek geçmişteki, gerek günümüzdeki, insanımıza bu kötülükleri yaşatanlar Türk insanı, yani bizim insanımız değil mi acaba?
Yoksa sonuna kadar dürüst ve tarafsız olup, bu olguyu Türklük kavramı çerçevesinden çıkarıp doğrudan İNSAN dememiz daha mı doğru olur acaba? Burada “insan” gerçeğinin yanına “sistemi” de koymamız gerekir belki de. Farklı yapıdaki insanların bir arada ve barış içinde yaşayabilmelerinin birinci şartı, çok güçlü bir üst kimliğin gerekliliğidir. Oysa biz toplum olarak, devlet olarak neredeyse, klasik tarihe göre, Osmanlının dönüm noktası olan 1700’lü yılların başından beri, bir türlü sakin ve barış içinde yaşayamıyoruz. Bu, şüphesiz, bizi sürekli olarak zorlayan iç ve dış dinamiklerin yanı sıra yöneticilerimizin beceriksizliği ve insan yapımızdaki eksikliklerdir de.
Batı toplumlarında, toplumsal yapılardaki kırılma noktalarını teşkil eden olaylara baktığımızda, insana yönelik iyileştirmelerin yine insanların baskısı ile oluştuğunu görebiliriz. Oysa bizim toplumsal yaşamımızda, ne yazık ki, yöneticilere tam bir itaat vardır ve yönetici neredeyse kutsanmış kişi gibi algılanır. Sonuç olarak, yönetenler de Türk, yönetilenler de Türk. Böyle olduğu halde, bugün ulaştığımız noktanın da başarılı olduğu söylenemez herhalde.
Oysa Türklük ve Türklerle ilgili yazılanlara baktığımızda sadece abartılmış bir mükemmellik görüyoruz. Burada belki şunu eklemeliyiz: “Gelişmiş toplumlar günahlarını, gelenekçi toplumlar sevaplarını abartırlarmış.”
Türklerle ilgili çalışmalara baktığımızda, bizi tanımlayan olumlu özellikler olarak şunları görüyoruz: Mert, Kahraman, Yurtsever, Yardımsever, Konuksever, Hoşgörülü, Dürüst, Disiplinli, Kanaatkâr, Ağırbaşlı. Oysa bir de olumsuz özelliklerimiz var bizi tanımlarken kullanılan. Savaşçı, Barbar, Saldırgan, Hurafeci, Kaderci, Tembel, Cahil, Şehvet düşkünü, Bağnaz, Hilekar, Kurnaz, Tutucu. Biz hep birinci gruptakileri duymak istiyoruz sanırım.
Toplumlar buhranlı dönemlerde, geçmişte olduğuna inandıkları altın çağa dönmek ve aynı güzellikleri yaşamak isterlermiş. Ya da böyle bir dönemi, biraz da düşsel olarak hayal eder ve kutsallaştırırlarmış. Ben, gerçekçi olmayı ve günü yaşamayı, varsa yapılan hataları görmeyi, özeleştiri yapmayı, önyargılarımızı yeniden gözden geçirmeyi öneriyorum sadece.

16 OCAK 2007

2007-01-06

Psikolojik Harp



Psikolojik Harp deyimini zaman zaman duysak ta tam olarak ne anlama geldiğini ve ülkeler içinde nasıl kullanıldığını, bu konuda özel bir eğitim/seminer almamışsak, pek bilemeyiz. Savaşlarda karşı taraf halkının moralini bozacak şekilde haberler yaymak, dedikodular çıkarmak ve tam deyimi ile “halkın ve askerin savaş azmini kıracak çalışmalarda bulunmak,” eski çağlardan beri uygulanan yöntemlerdendir.


Modern çağda ise, özellikle İkinci Dünya Savaşında ön plana çıkmış, düşman arazisi içinde, kalabalık ordularla yapılamayan birçok işin, psikolojik harp yöntemleri ile elde edilebildiği görülmüştür. Konunun ne olduğu aslında isminden belli gibi. Ana fikir; “toplumlar insanlardan meydana geldiğine göre, insan psikolojisini olumlu ya da olumsuz etkileyen her şey toplumu da etkiler” prensibine dayanmaktadır. Olumlu ya da olumsuz kelimelerinden amaç; bizim tarafımızdan yapılan ve kendi ülkemiz lehine olan gelişmeler olumlu Psikolojik Harp, aleyhimize olanlar da olumsuz Psikolojik Harp yöntemleridir. Burada anlatmak istediklerim “bize düşman olan devletlerin” uyguladıkları yöntemlerdir. (Bu yaklaşıma, paranoya diyenlerin düşüncelerini saygıyla karşılayacağımı belirtmek isterim.)

Psikolojik Harp yöntemlerinin başarıya ulaşması için, karşı taraf insanlarından bir kısmı bizim lehimize çalışmalıdır. Bu çalışma sonucu, Psikolojik Harp uygulayan devlet, karşı devletten iki türlü insanla işbirliği yapar: Önemli çıkarlar karşılığında bilerek kendini satanlar ve psikolojide “iyi niyetle yapılan yanlışlar” kavramında olduğu gibi, yapılan işin ülkesinin lehine olduğunu sanarak, karşı tarafa yardım edenler.

Şu bir gerçek ki; bilimi ve eleştirel aklı kullanan toplumlar, tarih boyunca, diğerlerini yönetmişlerdir. Özellikle 20.yy. başından beri bu konu devlet politikalarında oldukça ağırlıklı bir yer edinmeye başlamıştır. Kabul etmemiz gerekir ki; gelişmiş Batı toplumları bu konuda bizim insanımızı etkileyecek yöntemleri çok iyi kullanmışlar ve kullanmaktalar. Böylelikle farkında olarak ya da olmayarak, ülkemiz aleyhinde eylemlerde bulunabilmekte, düşünce kalıpları geliştirebilmekteyiz.

Çok klasik ve artık herkes tarafından bilinen bir deyim olarak; “gelişmiş ülkeler artık tankla, topla değil, farklı yöntemlerle ülkeleri işgal ediyorlar” cümlesini hepimiz biliyoruz. Aslında burada karşı tarafın amacı; toplumu meydana getiren bireylerin günlük yaşam alışkanlıklarını ve düşünce sistematiklerini değiştirmektir. Bunun için önce toplumun bir şekilde konuya hazır hale getirilmesi ve karşı tarafa hayranlık beslemeye başlaması gerekir.

Şöyle bir sosyolojik bir gerçek yaklaşım var: “Bir ülkenin geri kalmış bir ülke olması tek başına önemli bir sorun değildir. Ama ülke insanları, kendisini gelişmiş ülke insanları ve yaşam şekli ile mukayese etmeye başlarsa, ülke her konuda iflasa gider..” Gelişmiş Batı önce bu gerçeği kavradı.

Toplumların en zor değişen alışkanlıkları “yemek yeme” alışkanlığı imiş. Daha sonra giyinme alışkanlığı, dilini kullanma istek ve azmi gibi konular gelmekte. İşte, özellikle 80’li yıllardan itibaren, -belki bir on yıl daha geriye gidebiliriz- bizim ruhumuz bile duymadan, bize dayatılan şeyler bunlar oldu.
· Önce “fast food” denen ne idüğü belirsiz yemeklerle geldiler,
· Güzelim müziğimizin yerine tek kelimesini bile anlamadığımız ama “anlar gibi” yaptığımız müziklerini dayattılar,
· Müzikle beraber onların diline ait kelimeleri kullanmaya başladık, yabancı dilin -İngilizcenin- olmadığı bir dünyanın imkânsızlığına inandık. Hiçbirimiz bir ülkeyi yıkmanın ilk koşulunun dilini parçalamak olduğunu düşünmedik. Zaten çok az olan yazılı iletişim hepten yok oldu.. ve her birimiz, selam yerine, slm, canım yerine cnm kullanır olduk, kullandığız Türkçeden utanır olduk.
· Derken giyim tarzımızı değiştirdik hiç farkında olmadan,
· Yine onların muhteşem oyunları ile toplumda gruplaşmalar oluşmaya başladı.. aramıza kin ve nefret tohumları atıldı.. 70’li yılların sonlarında, çoğunuzun sadece kulaktan dolma bilgilerle duyduğu, insanımızın birbirinin kanını içtiği, Çorum olayları, Maraş olayları, Malatya olayları gibi olayları yaşadık.
· Ve 2006 yılına geldik.. Birbirimizin hiçbir düşüncesine saygı duymaz bir halde, etrafı kalın duvarlarla çevrili, getto yaşamlarına benzer yaşamlarla, sadece bizim gibi düşünen insanlarla görüşerek, anlaşarak bir yaşam yaşamaya çalışıyoruz.

Elbette 2006 yılına girerken şunlar da gerçekleşmişti: Toplum apolitize olmuş, ekonomik ve siyasi yönden, inanılmaz boyutlarda dışa bağımlı hale gelmiş, dinsel/mezhepsel, bölgesel ayrılıklar körüklenmiş, toplumsal bütün reflekslerimiz emperyal Batının istediği kıvama gelmiştir. Bunun bir adım ötesi parçalanmaktır. Onu da yaşayacağımızdan şüphem yoktur.

Bu koşullar altında, birbirine inanan-güvenen insanlar olarak bizler de homojen gruplar oluşturmaya çalışıyor, bilinçli ya da savrularak ülkemizle ilgili bir şeyler yapmaya çalışıyoruz. Bilgi ve iletişim çağında bilgiyi paylaşalım derken karşımıza inanılmaz engeller çıkıyor.. (Örneğin grubumuzda, ifade şekli, yarı şaka, yarı ciddi olsa da -ben ciddi olduğuna inanıyorum- Bülent Hocam, “benim beğenmediğim hiçbir bilgiyi paylaşamazsınız,” diyor.. bu duyuru karşısında, eğitimli ve öngörülü, yaşam deneyimiyle dolu insanlardan meydana gelen BEM topluluğunda, bir-iki cılız ses dışında çıt çıkmıyor..)

Bize ne oldu böyle? Çanakkale’yi, Sakarya’yı, Başkumandanlık Meydan Savaşını (30 Ağustos Zaferini) kazananlar bizim atalarımız değil miydi yoksa? Yoksa ironik bir şekilde birilerinin söylediği gibi: Biz en cesur, en akıllı, en gözü pek, en vatansever kısaca en iyi nesillerimizi lanet savaşlarda, toprağa gömdük te, savaştan kaçan, vatan sevgisi eksik, düşmanla işbirliği yapan ataların mı torunları olduk?

Görüş farklılıklarımızı, uygarca tartışıp, zenginliğe çeviremiyorsak, okullarda ne için okuduk biz? Ne için Türklüğümüzle, Müslümanlığımızla, vatanseverliğimizle övünüp duruyoruz? Ben, gerçekten bazen bazı sorulara cevap bulamıyorum. Ya da bulduğum cevaplarla, kelaynak kuşu gibi kalıyorum ortalıkta.