2008-03-19

TÜRKİYE'NİN YÖNETİLEMEME AÇMAZI

TÜRKİYE’NİN YÖNETİLEMEME AÇMAZI

(Ali Sirmen’in 15 Mart günkü yazısını okuyunca düşündüklerim!)

Toplumların nasıl yönetildiği, doğaldır ki toplumdaki okumuşluk oranı ve o toplumda evrensel doğruların hangi oranda kabul gördüğü ile doğrudan ilgilidir.
Doğrudan ilgilidir, çünkü yönetenler de yönetilenler de bu orandan etkilenirler.
Batı toplumları ile bizim toplumumuzun karşılaştırmasının yapıldığı birçok platformda, sıkça öne çıkan konu, batıda yöneticilerin eğitim durumu ile bizdeki yöneticilerin eğitim durumları arasındaki farktır.
Önemli bir fark da, gelişmiş ülkelerde her şeyin bir standardı olduğu, gelişmemiş ülkelerde ise hiçbir şeyin standardının olmadığıdır.

İddia edilir ki; batı demokrasilerinde en eğitimli % 5 toplumu yönetmektedir. Doğu demokrasilerinde ise, isterseniz buna demokrasi de demeyelim, doğu toplumlarında ise, yöneticiler ortalama ya da ortalamanın altında, bir zekaya sahiptirler. (Yargıtay Başsavcısının AKP ile ilgili açtığı kapatma davasından sonra parti yöneticilerinin beyanlarına bakıldığında bu zaten anlaşılacaktır. Diğer partiler farklı mı? Elbette hayır!)
Hal böyle olunca, sizden daha zeki, daha kıvrak zekalı, dünyayı ve evreni kavraması sizden daha üstün, dünya tarihini ve politik olaylarını sizden daha iyi bilen insanlarla aynı platformda karşılaştığınızda, başarılı olamazsınız.
Ancak ve ancak, başarılı olduğunuzu sanırsınız ve bunu halkınıza başarı imiş gibi sunarsınız.

Bu iki durum arasındaki temel belirleyici “eğitimdir, eğitimin şeklidir.”
Sorgulayıcı bir eğitim sistemine sahip değilseniz, sıradan ve orta düzeyde zekaya sahip insanlar yetiştirirsiniz. Aslında bu durum böyle ülkelerde istenen bir durumdur, zira sürü psikolojisi ile hareket eden insanları yönetmek daha kolaydır.
Zor olan hakkını arayan ve sorgulayan insanları yönetebilmektir.

Mediokrasi, bu tip ülkelerdeki sözde demokrasileri tanımlamak için kullanılan bir deyimdir.
Bu ülkelerde bizdeki gibi, yönetimin her kademesinde ortalama zekaya sahip insanlar vardır.
Halk da bu insanları, yöneticilere olan tapınma alışkanlığından dolayı, hep üstün insanlar olarak görme eğilimindedir.
Gerçek demokrasiler bu tehlikeyi algıladıkları ve bu durumun demokrasiler için bir tehdit olduğunu anladıklarından, eğitime ve üretime büyük önem vermişler ve orta zekalı insanların hiçbir zaman en tepeye çıkmalarına imkan tanımamışlardır.

Bizim gibi toplumlarda ise, yukarıda arz edilen negatif seleksiyonun etkisi ile liyakatsiz olanlar liyakatli olanlardan daha üstün bir duruma gelmişlerdir.
Böyle toplumlarda ise, “Mediokrasi genel oyda negatif seleksiyonla (olumsuz seçimle) birleşince artık bulunduğu noktada kalamaz ve hızla daha aşağı, yani “idiokrasi” (dilimize ahmakrasi diye çevirebiliriz. A.Sirmen) seviyesine kayar” Yönetme erki bu tip insanlarda olduğunda ilk yapacakları şey, eğitim sisteminde tam anlamı ile kendi istedikleri düzenlemeleri yapmaktır.

Bu konuda 1920’lerden bu yana yapılanları göz önüne alırsak;

• 1920-1945 arasında, kısmen batı tipi eğitim verildiğini, batı ile aramızda oluşmuş muazzam farkın kapatılmasına yönelik büyük bir gayretin sarf edildiğini,
• 1945 yılından başlayarak Cumhuriyeti kuran kuşağın, yapmak istediklerinden sapmaların başladığını,
• Emperyal güçlerin, Orta Doğuyu kontrol edebilecek bir konuma sahip Türkiye’de, kendi çıkarları doğrultusunda yönetimlerle çalışmak isteğinden kaynaklanan açık ve gizli müdahalelerin başladığını,
• 1950’lerden itibaren Demokrat Parti iktidarı ile sosyal yaşamda başlatılmış birçok olumlu hamlenin tersine dönmeye başladığını,
• 1960 İhtilali ve onun ürünü olan 1961 Anayasası ile modern devlete tekrar ani bir dönüş yaşandığını,
• 12 Mart ve 12 Eylül ile tam bir karşı devrim sürecinin başladığını görürüz.

Bu nedenle bugün gelinen noktada yadırganacak hiçbir şey yoktur, olması gerekenler yaşanmaktadır.

Daha önce birçok kez yinelenen bir sosyolojik yaklaşım gereği, “kültürsüzlük, süreç içinde kendisini üreten kültürsüzleşmeyi daha da güçlendiren bir dönüşüm içine girer” -Emre Kongar-

Görünürdeki tek çözüm ise, gerçekçi bir eğitim sisteminin ülkede uygulanması ve hiç değilse iki, hatta üç kuşak sonra, şimdiki basit sorunlarla uğraşmayacak bir toplum yaratmak için ilk adımların atılmasıdır.

2008-03-13

YALAN ÜZERİNE

BU ÜLKEDE HERKES YALAN SÖYLÜYOR

Eskiden belli aylarda yapılırdı, şimdi yıl boyunca yapılıyor “indirimli satışlar..”
Bununla ilgili belli kurallar olduğunu sanıyorum.. belli dönemlerin dışında “indirim” yapılamıyordu..
Dinleyen kim.. amaç ve hedef vatandaşa/yönetilenlere yalan söylemekse tüm yalancılar işbirliği içinde..
Kuzey ırak operasyonu kırılan gururumuzu, ayaklar altına alınan onurumuzu biraz olsun iyileştirirken, apar-topar sona erdirilince, genelkurmay başkanı yırtınırcasına açıklamalar yapmak gereğini duydu; “kimse bizi etkilemedi, kendi irademizle harekatı sona erdirdik..” diye..
Ben de, genelkurmayda arada bir komutanı brife eden, “halkla ilişkilerde nasıl yöntemler uygulanmalı” diye bilgi veren, “ABD yetkilileri böyle böyle açıklamalar yaptığı gün operasyonu bitirirsek kimseyi inandıramayız” diyebilen daire başkanları olduğunu sanırdım.. yanılmışım..
Sonuçta, yaptığını iddia ettiği indirimde, ahlaksız bir fiyat farkı olduğunu algılayamayan ve bunu başarı olarak sunan satıcı ile, böyle bir açıklama yaptığında kendisine kargaların bile güleceğini kestiremeyen genelkurmay arasında vatandaşı “saf” yerine koyma yarışında fark yoktur diye düşünüyorum..
Oysa, indirim kabul edilebilir ölçüler içinde olsa, operasyon da ABD açıklamalarından, örneğin, iki gün sonra olsa bu kadar sırıtmazdı..

Zihnimde bunları şekillendirirken, dikkat ettim herkes herkese yalan söylüyor..
Cumhurbaşkanı da yalan söylüyor..başbakan da, bakanlar da yalan söylüyor.. hem de hiç sıkılmadan, yüzleri kızarmadan.. biliyorlar bu toplumda hafıza olmadığını..
Biliyorlar bu toplumda ortalama 3.5 yıl okumuş insanlarca, yöneticilere dinsel inançlardan kalan alışkanlıklar nedeniyle, tanrısal özellikler yüklendiğini.. ne yaparlarsa toplumun onları hep yücelteceklerini biliyorlar..
Bildikçe yalan söyledikleri konuları artırıyorlar..

Her derecedeki yönetici yalan söylüyor..
Emniyet binasının bilmem kaçıncı katından, üstelik hiçbir neden yokken, insanlar kendilerini aşağıya atıyorlar.. yetkililer hemen açıklama yapıyorlar.. “intihar etti..”

Vatandaşın tükettiği yiyecekleri satanlar yalan söylüyorlar..
Vatandaş neye inanmak istiyorsa, o konuda yalan söylüyorlar üstelik.. “abla bu domates sera domatesi değil” derken tarla domatesinin temmuz-ağustosta yetiştiğini, oysa aylardan mart olduğunu düşünmüyor bile..

Anne-babalar çocuklarına yalan söylüyor..
Anne-babalarından yalan söylemeyi öğrenen çocuklar başta anne-babalarına, öğretmenlerine, büyüklerine, herkese yalan söylemeye başlıyor.. yalan içselleşiyor.. yalan legalleşiyor..

Sevgililer, daha sevgilerinin başlangıcında, birbirlerine yalan söylüyorlar.. nasıl baş edecekler yaşamla bunlar..
Eşler birbirine yalan söylüyorlar.. hem de o kadar çok konuda ki..
Aslında yalanlar gerçeklerle yüzleşememe cesaretsizliğinden kaynaklanıyor..
Sanal dünyalarda yaşamak istiyoruz bilinçsizce..
Sanal dünyalarda yaşatmak istiyoruz tüm çevremizdekileri..
Gerçeklerin zorluğu yıldırmış çoğumuzu.. gerçeksiz/doğrusuz yaşamak istiyoruz.. belki de gerçek ve doğrular bizim toplumsal dokumuza-dinsel dünyamıza uymuyor..
Ve bazen, biz de bize yalan söylensin istiyoruz..
En kötüsü de yalanlarla yaşamak yaşam biçimimiz oluyor..
Birey olarak da, toplum olarak da gittikçe yalnızlaşıyoruz..

2008-02-28

DİN VE TOPLUM

DİN VE TOPLUM
“Gelenekçi toplumlar tanrıyı düzen kurucu değil,
sorun çözücü olarak görürlermiş.”
Tek tanrılı dinlerden olan Hıristiyanlık ve Musevilik, yaşamın oldukça sınırlı alanlarını –kabaca- tanzim edecek emirler verirken, İslamiyet ve özellikle Kuran günlük yaşamın her alanı için kurallar koymuş, adeta bir anayasa görevini üstlenmiştir.
Kuranın inmesi 22 yıl sürmüş, bu süre içinde, daha sonra inen bazı ayetler ilk inenlerle çeliştiği için değiştirilmiş, bu esneklik o yıllarda hiçbir şekilde tartışma konusu olamamıştır. Daha 900’lü yıllarda, kabileden devlete, devletten imparatorluğa giden yolda İslamiyet, yeni ele geçirilen ülkelerde tüm yaşamı Kuran hükümlerine göre tanzim etmenin imkansızlığı üzerine; icma, kısas, hadisler gibi yönetim sistemlerini devreye sokmayı başarmış ve yeni kültürlerle uyum kurmayı böylelikle sağlamıştır.
Ne var ki, günümüzde, “tek tanrılı dinler en sert ideolojiler” olma tanımına giderek daha fazla uymuşlar, özellikle İslami toplumlar, geri kalmışlıkları ve Batı karşısındaki ezikliklerinden tek kurtuluş yolu olarak Kuran hükümlerine daha sıkı sarılmak olduğu gibi bir yanılgıya düşmüşlerdir. Bu durum ise, İslami toplumların daha geri ve modern dünyadan daha da izole edilmiş bir şekilde yaşamasından başka bir işe yaramamıştır.
Sıkça söylenenin aksine, “dinde hoşgörü olamaz..” Dinin varlık nedeni ve işlevi hoşgörü ile bağdaşmaz. Din her tür isteğini emir olarak buyurur. “İstersen şöyle de uygulayabilirsin” demez, “şöyle yapacaksın” der. Böyle olunca da bir hoşgörüden söz etmek mümkün değildir. İslami toplumlarda, diğerlerinden farklı olarak, klasik bir geri kalmışlık durumu da söz konusudur. Kanımca, sahip olduğumuz değişmez dinsel değerler sistemi bu geri kalmışlığı desteklemektedir.
Bizim toplumumuz ise, okumaya için için düşmanlık besleyen, okuyanlara iyi gözle bakmayan, genel kültürü ve yaşam karşısındaki savunma reflekslerinin neredeyse tamamı, toplumsal önyargılarla şekillenmiş insanlardan meydana gelmektedir. Bu durumda, bugün gelinen noktada, toplumumuzdaki kimi açmazlara, hele de ülkenin yaşam damarlarının bir bir kesilmesine insanların neden bu kadar duyarsız ve kayıtsız kalmalarına anlam vermek daha kolay olacaktır. Nitekim, toplumumuzda, önyargılar herkes tarafından herhangi bir değişikliğe ve irdelemeye gerek kalmaksızın kabul edilmekte, herkes tarafından aynı şekliyle tekrarlanmakta, karşı çıkanlar cezalandırılmakta, başlangıçtaki hareket tarzı toplumsal refleks haline gelmekte, sonuçta toplumu meydana getiren bireyler bir örnek şekilde düşünmekte ve hareket etmektedirler.
Bu durumu besleyen önemli bir etken de, yönetim kademelerine gelen insanların yetersizlikleri ve dünyayı kavramadaki eksiklikleridir. 1950’li yıllardan itibaren işlenen komünizm düşmanlığı, 1980’li yıllarda uygulamaya konan, toplumu apolitize etme gayretleri, toplumu büyük ölçüde işlevsizleştirmiştir. Bunun sonucunda ortaya çıkan insan tipi ise, kişisel çıkarlarını her şeyin üstünde tutan yöneticiler ve dünya yıkılsa umurlarında olmayan bireyler olmuştur. Daha da önemli olarak, bu insanlar, zaten çok sınırlı olan anlama ve kavrama yeteneklerinin sınırlarını zorlayan, sosyal olay ve oluşumlarla karşılaştıklarında, büyük bir direnme gösterecekler ve belki de doğru, gerçek, daha etik, daha ahlaklı vs. olan değerlere şiddetle karşı koyacaklardır.
İnsan beyninin yapısı sözü edilen bu konuyu destekleyecek şekildedir. Beyin dinsel verileri hiçbir irdelemeye tabii tutmadan kabul etmektedir. Böyle olunca da toplumsal öğreti olarak sunulan dinsel verilerin üzerinde hiçbir tartışma yapılamamakta, aydın kesimde dahil, dinsel buyruklarda bir mantık arama gayretine rastlanamamaktadır.
Farklı bir parametre olarak şu konuyu da aktarmak mümkün olsa gerek. İnsanın içinde, doğuştan, belli bir sevgi potansiyeli vardır. Önemli olan bu potansiyeli ve enerjiyi yaşamımızın her dönemine yayarak dengeli bir şekilde kullanmaktır. Yukarıda sözü edilen ve insanımızı şekillendiren toplumsal doku ile toplumun bizlere verdiği ve oynamamızı şart koştuğu rol davranışlar, çoğunlukla bizlerin, kendimiz olmamızı engelliyor. Kendimiz olamadığımız rollerde ise sürekli çuvallıyoruz. Toplum olarak ta, ülke olarak ta aşağılanıyor ve kendimiz dışındaki her şeye ve herkese kin ve öfke duymamız kaçınılmaz oluyor.
Asıl olarak ise sanırım şu olguyu göz ardı ediyoruz:
• Bu ülkede, Sünni Kürtler arasında, çok basit nedenlerle “töre cinayeti” adı altında cinayetler işlenmekte, toplanan aile meclisinde, bir baba kendi öz kızının öldürülme emrini verebilmektedir. Burada babaya öldürme emrini verdiren güç toplumun bir türlü karşı çıkılamayan yanlış önyargılarıdır. Bu önyargıların gücü babadaki evlat sevgisinin bile üzerine çıkabilmektedir.
• Benzer şekilde, çoğunlukla sevgisizliğin hakim olduğu otoriter ailelerde, insanlar, çok küçük bir yönlendirme ile, içlerindeki sevgi enerjisini tanrıya, peygambere, tarikat liderine, şeyhe, şıha yöneltebilmektedirler. Bu şekilde sınırlı varlığa yönelen, korku ile desteklenen sevgi, o kişiyi kendisi gibi düşünmeyen diğer tüm insanlara karşı akıl almaz şekilde vahşi ve acımasız yapabilmektedir.
• Nitekim bilinen sosyolojik olgudur; insanın insana işkence yapması ve sıradanın dışında eziyet ederek öldürmesi, tek tanrılı dinlerin ortaya çıkmasından sonradır.
Benim endişem, artık böylesine rahat hareket edebilen, belli ekonomik ve politik güce erişen, dine dayalı bir yaşam tarzını benimseyen bu insanların giderek azgınlaşması ve ülkemizde akıl dışı uygulama ve dayatmaların başlamasıdır

2008-01-28

NASİL İYİ OLUNUR?

NASIL YAŞAMALI YA DA NASIL İYİ OLUNUR?

Yazmak istediğim konuya bir isim bulmam gerekiyor.. klasik olabilir ama, “nasıl yaşamalı?” ya da “nasıl iyi olunur?” diye bir irdeleme ve yeni deyimle beyin jimnastiği yapmak istiyorum..
Yakın geçmişte bir yakınımla sohbet/tartışma türü bir konuşmayı yaparken, onun tartıştığımız konuda bilinçsiz bir şekilde direndiğini görünce, ona “sen nasıl iyi olunacağını bilmiyorsun..” demiştim.. daha sonra birçok olayda, birçok tartışmada, gerçekten de insanların, nasıl iyi bir insan olacakları konusunda bilgi eksiklikleri olduğuna tanık oldum.. ve bu konuyu, eğer başarabilirsem yazmaya karar verdim..
Belli ki, yazılı olmayan, daha çok nesilden nesile aktarılan bilgilerle bilgili olmaya çalışan bir toplum yapımız, onun yansıması ve doğal sonucu olarak da, insan profilimiz var..

Bu cümlenin devamı olarak şu sonuçlara ulaşmamız mümkün:
• Ortalama okumuşluk oranımız 3.5 yıldır.. yani sokakta gördüğümüz her insana ilkokul 3 ten sonra okumamış gözüyle bakabiliriz..
• Yıllık basılan kitap sayısı ve bir kişiye yılda düşen kitap sayısı bakımından acınacak haldeyiz.. (yılda 8 kişiye bir kitap düşmektedir.. bu rakam japonya’da kişi başına 26 kitaptır..)
• Medya, ne yaparsa yapsın, günlük 5 milyon tiraja ulaşamıyor.. batı ülkelerinde günde tek başına 2.5 milyon satan gazete var..
• Gelişmiş ülkelerle yapılacak bir karşılaştırmada; bir yılda ülkemizde basılan kitap sayısının bazı ülkelerin bir haftalık basım sayısından bile daha az olduğunu, keza günlük 40’a yakın gazete tirajımızın, o ülkelerdeki 2-3 gazetenin tirajından düşük olduğunu görürüz..
• Hal böyle olunca, ülkedeki her şey; politika, medya, insan ilişkileri, entelektüellik durumu, dünyaya ve evrene bakış, olayları yorumlama vb. her şey bu kültürsüzlüğe göre şekilleniyor..

Bu sonuçlar, toplumumuzun genel yapısını nasıl etkiliyor ve şekillendiriyor? Bu eksiklerle geldiğimiz bu günkü noktada yaşam planlarımızda ne gibi eksiklikler oluşuyor?
• Sanırım ilk göze çarpan olgu, bilimsel bilgi eksikliği, buna dayalı olarak sözlü kültüre, ağırlıklı olarak da sevap-günah ikilemi ile şekillenmiş bir toplumsal belleğin varlığı ve insanların kişiliklerini bu yetersiz ve tutucu bilgi ile şekillendirmeleri..
• Böyle olunca, insanlar yaşamlarını devam ettirecek savunma reflekslerinin neler olduğunu bilmiyorlar.. ve karşılaştıkları her yeni sosyal olgu onlar için içinden nasıl çıkılacağı belli olmayan kaoslar oluşturuyor..
• İnsan yeni karşılaştığı sosyal olayları adlandırmak ve onlara çözümler üretebilmek için o konu ile ilgili kavramların neler olduğunu bilmek, bu kavramların tanımlarını yapabilmek zorundadır.. sahip olduğumuz birikim içinde o konu ile ilgili bir geçmiş bilgi yoksa, beynimiz herhangi bir çözüm üretemez..
• Bireysel anlamda ise, eğitim sistemimizde böyle bir konu başlığı olmadığı için, “duygularını tanımayan ve tanımlayamayan” insanlar oluyoruz.. (duygu tanımı eğitiminin 11-12 yaşlarında çocuğa verilmesi gerekiyor..)
• Elbette ki bu durumdaki anne babalar çocuk yetiştirme konusunda büyük bir beceriksizlik ve yetersizlik sergiliyorlar.. yani doğurdukları, sahip oldukları çocukları yetiştiremiyorlar.. sadece gelişigüzel büyütüyorlar..
• Buradan hareketle başlıktaki cümleye dönebiliriz sanıyorum.. eksik bilgi ile çocuklarımıza, eşimize, çevremize karşı iyi insan olamıyoruz.. zira bilgi olmadan hiçbir şey tam olmuyor..
• Ve sonuçta yaşam karşısında bocalayıp duruyoruz.. bizim beceriksizliğimizin, tembelliğimizin ceremesini ise başta çocuklarımız olmak üzere yakınlarımız ve ülkemiz çekiyor.. çocuklarımızla, çevremizle, kendimizle barışık bir yaşam süremiyoruz..


Neler yapmalıyız? Ya da neler yapabiliriz?
• Elbette ki en önemli görev, sisteme yani devlete düşmektedir.. ancak bulunduğumuz ortamda ve koşullarda bu tür konuların çözümünü şu anki devlet sisteminde, hele mevcut hükümetten beklemek fazla bir iyimserlik olacaktır.. o halde çözümleri bireysel anlamda gerçekleştirmeliyiz..
• Gelişmiş toplumlar bunu en ucuz yol olan eğitimle yapmaktalar.. o halde bireysel olarak yapabileceğimiz en kestirme yol kendimizi eğitmek olmalıdır.. bunu yapabilmenin tek yolu ise eksikliğimizi kabul etmemizdir elbette..
• Modern insanın en büyük çıkmazlarından birinin, her şeyi devlete ve sistem içindeki kurumlara bırakmak olduğu söylenir sosyologlarca.. bilinçli bir hamilelik, akılla donanmış bir 2-5 yaş eğitimi vermeden, doğan bir çocuğu her nasılsa kreş veya okul yaşına kadar getirdikten sonra tüm sorumluluğu okul müdürlerine, dershanelere ve öğretmenlere bıraktığımız bir gerçektir.. oysa fazla değil, en fazla 500 sayfalık bir okumayla 6 yaşına kadar mükemmel bir anne-baba nasıl olunur öğrenmek mümkündür..
• Yaş grubu olarak çocuklarını büyütmüş gruba giriyorsak, hiç değilse torunlarımız için bilimsel bilgiyi kullanabiliriz diye düşünüyorum..
• Bu iletiyi okuyan herkes bilgisayar kullanıyor demektir.. bilgi, tarih boyunca hiçbir zaman bu kadar kolay ulaşılabilir, bu kadar kolay paylaşılabilir olmamıştı.. o halde internetten bu amaçla yararlanmamız gerekiyor..
• Ve bilinen slogan.. günde bir gazete, haftada bir dergi, ayda bir kitap okumuyorsak eksiğiz demektir.. davranış kalıpları olarak çok ideal bir insan olabiliriz.. bu anlamda iyi olmak için bazen bilgiye ihtiyaç yoktur.. ama sadece iyi oluruz.. eksik ve yanlış bilgi ile kendimize ve çevremize verebileceklerimiz her zaman sınırlıdır.. yani, sadece iyi olmak yetersiz bir durumdur aynı zamanda..
• Bir rakam vermek isterim.. insanlık var olduğundan 1980 yılına kadar üretilen bilgiler ve yetişen bilim insanları, 1980-2000 arasında üretilen bilgilerden ve bilim insanlarından daha azmış.. ve şu an dünyadaki mevcut bilgiler her on yılda bir ikiye katlamıyormuş.. hadi kendimizi bir kenara bıraktık diyelim, çocuklarımız ve torunlarımız için bu katlanacak bilgilere onları hazırlayabilmek için bir şeyler yapıyor muyuz sizce?
• Bundan sonraki dünyada, çocuk ve torun sevmek sadece onlarla oyunlar oynamak olmayacak artık sanırım..

Hepinize iyi bir hafta diliyorum..

2008-01-25

BİR FARKLI YAZI

YAZI

Bugün, okulda karşılaştığımızda, Ülkü öğretmen, okulda yaptığım çalışmalarla ilgili, WEB sayfasına koymak üzere benden bir şeyler yazıp yazamayacağımı sordu. Hayretle, hemen iki yıldır Özel İlgi Özel Eğitim Merkezinde gönüllü olarak çalışmama, bu çalışmalarımı heyecanla tanıdığım-tanımadığım herkese anlatmama, beni etkileyen hemen her konuda yazılar yazmama karşın, bu konuda derli toplu bir şeyler yazmamış olduğumu fark ettim.

“Elbette yazarım..” dedim ve havuz çalışması sonrası eve gelir gelmez yazmaya başladım. İnsanın etkisi altında kaldığı bir konuyu birilerine anlatması ile o konuyu yazması farklı şeyler. Anlatmak kolay. Anlatırken duyguları ifade etmek, zorlanmadan, kendiliğinden olan bir şey. Oysa yazmak çok zor. Hissedilenleri kağıda dökmek kolay değil. Ama deneyeceğim. Sanırım uzun bir yazı olacak. Ama bu siteye girenlerin bu yazıyı ilgiyle okuyacaklarından eminim. Çünkü, eğer becerebilirsem, yüreğimle yazacağım.

2004 yılı eylül ayında emekliye ayrıldım. Ülkemizde sadece subaylar, 31 hizmet yılını bitirdikten sonra, zorunlu olarak emekliye sevk edilirler. Emekli oldukları yaş ortalama olarak 51-53 yaşlarıdır. Yani oldukça erken bir yaş. Ama yasa böyle. Emekli olduğumda Tuğçe (kızım) üniversite son sınıfa geçmişti. Onun da onayını alarak, haftanın belli günleri, özellikle akşam saatlerinde, gönüllü çalışmak üzere, Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesindeki tanıdığımız bir profesöre başvurduk. Amacım, “hem kızımın yaşamın farklı bir boyutunu daha öğrenmesi, hem de ikimizin birlikte insanlara yararlı olacak bir hizmet yapması” idi. (Hastaların her tür temizliği dahil, verilecek her türlü görevi yapabileceğimizi özellikle belirtmiştik.) Arkadaşım önerimizi büyük bir memnuniyet ve heyecanla karşıladı ve konuyu ilgililere açacağını söyledi. Bir hafta sonra beni arayarak; “üzgünüm, üniversitede böyle bir uygulama için mevzuat müsait değilmiş..” dedi.
Bunun üzerine, Gölbaşı’nda bulunan ve görev sürem içinde çok yakın ilişkiler kurduğumuz Zihinsel Yetersiz Çocuklar Yardımlaşma Vakfına başvurdum. Arabamla her tür hizmetlerini gönüllü olarak yapabileceğimi belirttim. Onlardan da aynı cevabı aldım.

Bir Pazar yürüyüşünde Necla Hanımla tanıştım. Mustafa Bey’le uzun yıllardır tanışmama rağmen eşiyle daha önce tanışmamıştım. Yürüyüş sırasında sohbet ederken bu konuyu anlattım. Necla Hanım, “isterseniz yarından itibaren bizimle çalışabilirsiniz..” dedi. Böylece 2005 yılı aralık ayında Özel İlgi Özel Eğitim Merkezinin gönüllü çalışanı oldum.

Yaşım, mesleğim ve yaşam deneyimim, karşılaşacağım hiçbir olayın beni şaşırtmayacağını öğretti bana. Tek cümle olarak, iki yıldır, burada yaşadığım olaylar beni şaşırtmamış olsa da çok etkilendiğimi itiraf etmeliyim.
Necla Hanım başlangıçta, benden, havuz çalışmasına giden çocukların soyunup-giyinmelerine ve duş almalarına yardımcı olmamı istemişti. Bu şekilde başladım. Süreç içinde, çocukları tanıdıkça, Hakan ve Ümran öğretmenlerle birlikte, havuza girmeye pek istekli olmayanların havuza girmelerine yardımcı olmak ve yüzme bilmeyenlere yüzme öğretmeye çalışmak amaçları öne çıktı. Bu ara, çocuklar da beni yavaş yavaş aralarına kabul etmeye de başlamışlardı. İkinci ayın sonunda, Merve, o meşhur hareketi ile yavaşça dönerek bana yaklaştı ve parmağı ile boğazıma dokundu. Merve beni kabul etmişti en azından. Sonra Gökhan, “Nazmi Bey” demeye başladı. Alper’le zaten anlaşıyordum. Onur, yüzmeye ilk başladığında, onun da benim de sevinçlerimiz görülmeye değerdi. Mert başlı başına bir dünya. Hem suyu çok seviyor, hem de çekiniyordu. Kendi başına yüzmeyi en uzun sürede o öğrendi. Ama, o gün, tutmakta olduğum ellerini bırakıp, ilk kez kendi başına derin suda yüzmeye başladığında onu herkesin görmesini isterdim. Çığlık atıyordu sevinçten. Önce, “Anneme söyleyeceksin değil mi?” diye bağırdı. Hemen arkasından ekledi: ”Hakan’a söyle, bana baksın.. Hakan’a söyle, bana baksın..” Keşke tüm insanlar, benim o an hissettiklerimi yaşayabilseler. Sevinçten içim titriyordu. Bu duyguyu yaşayan insanların bambaşka ve yaşanılası bir dünya yaratacaklarından eminim. Savaşsız, barış ve huzur dolu bir dünya. Canmert bazen yüzerken, arkamdan yaklaşıp, sevecenlikle boynuma sarılıyor ve beni suya batırıyor.. ben başımı sudan çıkarınca öyle bir gülümseyişi var ki, dünyalara değer. Barış, duş sonrası onu kurularken o kadar güzel ve anlamlı bakıyor ki, etkilenmemek elde değil. Bunlar en sık gördüğüm, bir arada olduğum çocuklar. Bir de saat 13.45-14.30 arasında müzik yaparken tanıştıklarım var.

Ve müzik çalışmalarımız. Hakan öğretmenle, bazen Serdar öğretmenle takviyeli, havuz öncesi bir ders saati boyunca, ud ve saz çalıyoruz. En büyük solistimiz, elbette ki, Pelin. Dinlemeyenlerin, Pelin’i en az bir kez dinlemelerini öneririm. O hem sanatçı, hem yönetmendir. Hakan’la bana ne zaman tekrar yapacağımızı, ne zaman müziği keseceğimizi mutlaka söyler.

Bu ara, yavaş yavaş aileleri de tanımaya başlamıştım. Bu çocukların anne ve babalarının böylesi bir sabır ve özveri ile sevgilerini böylesine cömertçe vermeleri, insanlık tarihi açısından incelenmeye değer bir olay bence. Her biri, çocuklarına gösterdikleri ilgi ve sevgi ile birer abideler sanki.
Ve buradaki öğretmenler. Giderek onları da tanımaya başladım. Her biri kendisini bu çocuklara adamış, minicik dünyalarında en büyük yeri bu çocuklara vermiş öğretmenler. Hele kızların, yani bayan öğretmenlerin o çocuklara bir sarılışları, bir öpüşleri var, görmeye değer. Bir insan, bağrına basarak bir çocuğu ancak böyle yapmacıksız ve içten öper. Ve diğer çalışanlar. Buradaki herkes sanki seçilerek bu mekana girmiş gibi. Herkes yerli yerinde.

Fotoğraf çalışmalarına bir tesadüfle başladık. Hem çocukların yaptıkları faaliyetleri fotoğraflıyor, panolara asıyor, hem de onlarla birlikte fotoğraflar çekiyoruz. Yine öğretmen arkadaşların sonsuz sabır ve gayreti ile, çocukların vizörden bakmalarını sağlamak, onlara deklanşöre basmayı öğretmek ve nihayet çocukların fotoğraf çekmelerini sağlamak az iş mi? Çocukların çektiği her anlamlı fotoğraf bizim için sonsuz değeri olan bir hazine sanki. Onları okulun duvarlarına asarken gözlerimiz parlıyor.

Salı günleri mutlaka, diğer günlerde çağrıldığım zaman, birlikte yapacağımız bir çalışma olduğu zaman okula geliyorum. Bu kadar özverili, bu kadar işini benimsemiş, bu kadar güzel insanlarla bir arada olmak oldukça güzel. Ben onlarla ve çocuklarla birlikte olmaktan büyük bir keyif alıyorum. Hele gözle görülür ya da hissedilir bir katkım olduğu zaman sevinçten uykularım kaçıyor.

Samimi olduğum insanlara burada yaşadıklarımı-zı anlattıkça, onlardan çoğunlukla; “yok abi.. ben yapamam öyle şeyleri..” cümlesini duymak beni şaşırtıyor. Bu toplum böyle değildi.. 1980’lerden sonraki bozulmayla başladı her şey. Değerler sistemimizin altını üstüne getirdiler. Birey yaratalım derken, kendi dünyaları dışındaki dünyalara ve insanlara duyarsız, bencil ve sevgisiz insanlar yaratılar. Ben, Mert ya da Barış’a duş yaptırırken ya da onları kurularken-giydirirken kendi çocuklarıma davrandığım hoyratlıkla davranıyorum. İnsanların bu konudaki seçiciliklerini gerçekten anlayamıyorum. Belki de başkalarına verecekleri sevgileri yoktur.

Keşke sevgi ve ilgimizi koşulsuz verecek insanlar olabilsek.

Sağlıkla, sevgiyle kalın..
Nazmi Alacadağlı

BİR GEZİ YAZISI

BİR GEZİ YAZISI YA DA FARKLI BİR ÖZELEŞTİRİ 08.01.2008

Yılbaşından önce, 20 günlüğüne Çek Cumhuriyeti’nde, -Brno’da- çalışan kızımın yanına geldik.. Brno, Prag’tan sonra ülkenin ikinci büyük şehri.. Brno merkez olmak üzere, üçer günlüğüne Prag, Budapeşte ve Viyana’ya gittik. Bir tur organizasyonu ile gitmenin tersine, hiç kimseye bağlı olmadan, her yeri,YAYA olarak, elimizde haritalarla, ayrıntılı bir şekilde gezdik, fotoğrafladık.. bir günlüğüne Bratislava’ya gittik. 06 ocak’ta Türkiye’ye döneceğiz. Bir aksilik olmazsa, Brno ve Bratislava’yı daha az, Prag, Budapeşte ve Viyana’yı daha fazla karelerle Picasa’ya yükleyeceğim. Şimdiden hissettiğim şey ise, yazacağım yazının, bir gezi yazısından çok bir makaleye, bir özeleştiri yazısına benzeyeceği..

Daha önceki yurt dışı gezilerinde de olduğu gibi, gezdiğimiz yerlerde ister istemez –belki de hepimiz, otomatik olarak yapıyoruz bunu- gördüklerimizi, yaşadıklarımızı ülkemizdeki uygulamalarla karşılaştırıyoruz. Özellikle insana yönelik uygulamaları gördükçe, doğrusu, psikolojide bir kural olarak sunulan; “kıyas çok olumsuz bir eylemdir, bundan kaçının..” ilkesine pek uyamıyorum. Çünkü, güzel olan, etik olan, insana yönelik olan uygulamaları insan kendi ülkesinde de yaşamak istiyor.
Aslında uzun uzun yazmak yerine, “beni etkileyen olaylar” diye sıralamak daha mantıklı da olabilir. Etkilendiklerimiz bizde olmayanlar çünkü.

Prag için, Avrupa’nın başkenti denir genellikle. İlk olarak orasını gezdiğimiz için, doğrusu bu tanıma hak verdik ve çok etkilendik. İnanılmaz bir şehirdi. Bu genel yargının oluşmasında ve eski eserlerin çok iyi korunmuş olmasında, 2.Dünya Savaşında bombalanmayan tek şehir olmasının etkisi de vardır elbette. Bunun dışında, sanırım genel bir uygulama ve kültür anlayışı olarak, batılı insan tarihine ve tarihi eserlerine sahip çıkıyor. Hadi biraz daha politik olalım ve “tarihi ile her anlamda hesaplaşmayı biliyor..” diyelim. (Bu cümleyle, onların her anlamda gerçekçi değerlendirmeler yaptıklarını savunmuyorum.. bizimle ilgili konularda, bal gibi de taraf oluyorlar, Osmanlı ile ilgili o inanılmaz korkuları her yerlerine sinmiş durumda..) Ama biz de, en az onlar kadar, övünürüz tarihimizle! Ama sanırım bir fark var aramızda. Tarih öğretisi adı altında bize sunulan şeyler, aslında Osmanlının yaptığı savaşların kronolojik olarak sıralanmasından başka bir şey değildir. İnsan yapı olarak, her şeyin merkezine kendisini koyarak düşünürmüş. Sanırım biz bu duyguyu abartan toplumlardan birisiyiz. Kendi tarihimize inanılmaz bir hayranlığımız var. Bu durum bizim kıyas yapmamızı ve başkalarının yaptıklarını merak etmemize engel oluyor. Böyle olunca da, yaptığımız her şeyi yeterli ve olması gereken olarak görüyoruz. Böylece de, içe kapanık, tutucu ve cahil kalıyoruz.

Sahip çıkma konusuna gelince. Geçen yıl, İsveç’in tüm tarihinin anlatıldığı, yüzyıllardan beri ülkenin ve Avrupa’nın yetiştirdiği tüm sanatçılara ait eserlerin bulunduğu, Ulusal Müzeyi gezerken 7-8 yaş grubundaki öğrencilerin gruplar halinde müzeyi gezdiklerine tanık olduğumda çok etkilenmiştim. Başlarındaki öğretmenler/mihmandarlar büyük bir ciddiyetle, örneğin bir Rafael tablosu, ya da önemli bir yontu hakkında bilgi verirken, o 7-8 yaşlarındaki çocuklar en az anlatan insanlar kadar ciddi idiler ve sürekli sorular soruyorlardı. Böylesine bir kültür ortamında yetişen bir insanla, estetik değerleri ve kaygıları oldukça alt düzeylerde olan bizler, ülkelerimize sahip çıkma konusunda, aynı duyguları paylaşabilir miyiz acaba?

Tekrar Prag’a dönersek. Prag’la ilgili etkilenmemiz Budapeşte’yi gördüğümüz an sona erdi. Asıl inanılmaz olan şehir, bence Budapeşte. Bir imparatorluk şehri olmanın tüm görkemini üzerinde taşıyor. Özellikle 1800’lü yıllardan sonra inşa edilen kamu binaları ve köprüler, hem de o yılardaki mühendislik bilgileri ile yapılan asma köprüler, insanı şaşkına çeviriyor. Hele, halen kullanılmakta olan ve neredeyse dünyanın en büyüğü olan bir parlemento binası var ki, kelimelerle anlatmak mümkün değil. Sonuç; Prag, Budapeşte ve Viyana’nın yanında biraz köy (!) gibi kalıyor dersem abartmamış olurum.

Bu ara vermem gereken önemli bir bilgi var. Gezdiğimiz bütün ülkeler, yani Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Macaristan ve Avusturya 21 Aralık 2007 tarihinden sonra Schengen Vizesini uygulamaya başladıklarından, bu ülkeler arasında seyahat etmek, Sıhhiye Köprüsünden dolmuşla Gölbaşı’na gitmek gibi bir şey. Yani hiçbir yerde pasaport kontrolu, sorgu-sual yok. Özellikle Türk insanına –hatta bakanına- uygulanan o eziyet gibi kontrolları göz önüne alırsak, bizim için çok rahatlatıcı bir olay. Bir de şu var: bütün bu ülkelerde ana ulaşım aracı, şehir içinde tramvay ve treleybüs, şehirler arasında ise tren. Her üç araç da inanılmaz bir kolaylık ve oldukça ucuz. Her üçü de elektrikle çalışıyor. Kısaca Avrupa şu meşhur “komunist uygulaması” olan trenle ulaşıma –bizim öngörüsüz siyasilerimizin kulakları çınlasın- nedense çok önem vermiş. Ve bir ölçüde de petrole bağımlılığını azaltmış durumda. Şehirlerin çoğu merkezi sistemle ve yine elekrikle çalışan santrallarla ısıtılıyor. Bunu ilk duyduğumda oldukça şaşırmıştım. Bazan yapılan uygulamalar, hayal etme sınırlarımızı bile zorluyor.

Artık şuna eminim. İslamiyet resim ve heykeli yasaklamakla, daha baştan, batının üstünlüğüne boyun eğmeyi göze almış farkında olmadan. Resim ve heykel, beraberinde, çok sesli müzik, opera, bale, tiyatro gibi yan dalların gelişmesine neden olmuş. Bu mimariye yansımış. Mimari giderek insanı şekillendirmiş ve sonuçta ortaya BATI DÜŞÜNCE SİSTEMİ ve onu uygulayan batılı insan tipi çıkmış.

Bunun yanısıra, TAŞI kullanmaya bizden çok önce başlamışlar. Bazı şehirlerin kuruluş yıllarında benim atalarım halen çadırlarda, göçerler olarak yaşıyorlardı. Bu karmaşık kültür yapısı ile de, Viyana kapılarına kadar gelmiş olsak bile, onlardan alacağımız/öğreneceğimiz bazı şeyler olduğunu hiç düşünmemişiz. Zira güçlü olanın, kendisine akıl verilmesine ya da başkalarının aklına ihtiyacı yoktur. Ama acı gerçek o ki; süreç içinde, onlar bizi, bizden öğrendikleri ile alt ettiler.

Brno ve Bratislava daha küçük iki şehir. Yukarıda saydığım kültür yansımaları bir ölçüde ve küçültülmüş olarak bu şehirlerde de mevcut. Sonuç olarak, kültür her yere sinmiş durumda. Bu batı insanını abartmak falan değil. Sistem öylesine güçlü, öylesine dediklerini yaptıracak güçte ki, hiç kimse sistemle kavgayı göze alamıyor. Bizde ise, yasalara aykırı olarak yapılmış bir gecekonduyu yıkmak bile büyük bir sorun. İnsanlar rahatlıkla ve çekinmeden sistemle kavgaya tutuşabiliyor. Bu durum beraberinde sisteme güvensizliği ve saygısızlığı getiriyor. Zaten sistem de kendisine saygı duyulacak eylemlerin çok uzağında. Elbette bunda, sistemin/devletin hiçbir zaman tarafsız olmamasının etkisi büyük. Bizim devletimiz, hep birilerinin biraz daha fazla devleti olmuş, hiçbir zaman herkese eşit mesafede duramamış.
Uzunca bir süredir, yaşadığım şehir olan Ankara’da kaldırımları gözlemliyorum. Hiçbir semtte, doğru-düzgün yapılmış kaldırım yok. Her yağmurda hepimiz bastığımız kaldırım taşlarının altından sular sıçradığına tanık olmuşuzdur. Gezdiğim şehirlerde, yine ister istemez bu konuya dikkat ediyorum. Her konuda olduğu gibi bu konuda da öncelik insan. Kaldırım yükseklikleri en fazla 5 cm. Bir yere park edilmeyecekse hiç kimse park etmiyor. Başka deyişle o alan insanlar için ayrılmışsa, insanlar tarafından kullanılıyor. Sanıyorum en büyük fark bu. İnsana ayrılan alanları mutlaka insanlar kullanıyor. Elbette ki, oradan yararlanan insanlar, başkalarının, sadece bireysel çıkarları için farklı kullanımlarına da itiraz ediyorlar. Oysa bizde, bireyin sistem üzerindeki hakimiyeti söz konusu. İlkokul mezunu bile olmayan bir şoför, yolun ortasına ya da kaldırıma arabasını park ettiğinde hiç birimiz bu konuda bir hak arama eylemine girmiyoruz. Girsek de haklı çıkmamız mümkün olmuyor. Kısaca biz, “ferde merhametin, vatana ihanet olduğunun” henüz farkında olmayan bir toplumuz.

Batı demokrasileri sistemlerini, insanın yalan söylemeyeceği üzerine kurmuş. Şehir içinde tramvay veya treleybüse bindiğinizde biletinizi araç içindeki okuyuculara okutuyorsunuz. Ender zamanlarda kontrol yapıldığını söylediler, biz henüz tanık olmadık. Kontrolda onaylı biletiniz yoksa 500 kron ceza veriliyor. Bilet ortalama 15 kron. (15 kron=1 ytl.) aynı biletle 60 dakika içinde istediğiniz yerlere gidebiliyorsunuz. Şehir içinde her 5 dakikada bir bulunduğunuz yerden bir toplu taşıma aracı geçiyor. Dakiklik konusuna hiç girmiyorum. Her durakta hangi yöne ne zaman araç gideceği yazıyor. Ve o her 5 dakikada bir araç hiç aksamadan gelip-gidiyor. Aynı şey metro sistemleri için de geçerli elbette.

Her yerde heykeller var. Binaların üzerinde, duvarlarında, parklarda, duraklarda, her yerde binlerce, onbinlerce heykel. Ezici çoğunluğu eski eser niteliğinde, bir kısmı ise modern sanat ürünü. Her iki grupta fazlaca, çıplak kadın heykelleri var. Ayrıca reklam panolarında ve afişlerde çıplak kadın figürü kullanılmış. Batılı insan nedense, hemen, biz müslümanlar gibi etkilenmiyor (!) bunlardan. Onların da bir dini ve tek tanrısı olduğu halde, “bunlar bizim ahlakımızı bozuyor, bizi tahrik ediyor” diyen yok hiç. Kimbilir, belki de bize ahlak adı altında öğretilen değerler sisteminde bazı yanlışlıklar var. Belki de bu gavurlar uçkurlarına daha hakim. Ama buralarda 3 yaşındaki kız çocuklarına tecavüz etmek gibi sapkın olaylara pek rastlanmıyor. Son olarak şunu da ekleyebiliriz belki. Bu konuda bizim ülkemizde çığlık atanlar ve örneğin bir reklam panosundaki mayolu kadına tahammül edemeyip kaldırtanlar, en alt kültür düzeyindeki cahil insanlar. Ama heyhat, hep onların dediği oluyor.

Yılbaşı arefesi olmasının da etkisi ile, bolca sokak şarkıcıları ile karşılaştık. Tek ya da grup halinde, kendilerine ayrılan bölgede müzik yapıyorlar. İsteyen yardım olarak para veriyor. Tarihi bir köprünün girişinde 4 küçük kız çalıyordu. Daha doğrusu biri yan flüt, biri keman, biri tanımadığım bir alet çalıyor, en küçükleri olan 7-8 yaşındaki de nota kitabının sayfalarını çeviriyordu. En büyükleri 13-14 yaşında idi. Çok etkilendim ve hoşuma gitti.

Bir konuyu itiraf etmem gerekiyor. Ben ülkeleri için, ülkelerinin geleceği için bir şeyler yapan politikacılardan ve liderlerden etkileniyorum. Bu bağlamda, örneğin, Rus insanına eski saygınlığını kazandırmak için yıllardır inanılmaz bir savaşım veren, ülke ekonomisini düze çıkarıp, Avrupa ülkeleri başta olmak üzere, çevresindeki tüm ülkeleri (bu arada Türkiye’yi) enerji bakımından, Rusya’ya bağlamak isteyen, hatta bunu başarmış olan bir Putin’e gıpta ile bakıyorum. Bir Ermenistan ya da Yunanistan’ın dünya politikalarını –ne yazık ki bize karşı bile olsa- canla başla savunmalarını ve bunu dünyaya kabul ettirmek için tüm güçlerini seferber etmelerine hayran oluyorum. Konu onların haklılığı-haksızlığı değil, konu onların ülkelerine sahip çıkmaları bence. Benim ülkem ise parça parça satılıyor. Ve ÇIT ÇIKMIYOR KİMSEDEN.

Sonuç; gezmek, yeni yerler ve yeni kültürlerle tanışmak ilginç bir deneyim. Bizim yaptığımız gibi, bir turla gitmeyip kendi imkanlarınızı kullanacaksanız, yol parası dışında şöyle bir ücretlendirme yapabilirsiniz. Otel ya da “hostel” fiyatı; günlük 20-25 euro, bir öğün güzel bir yemek 5-8 euro.

Sağlıkla, sevgiyle kalın..
Nazmi Alacadağlı