2011-04-28

NEVROTİK KİŞİLİKLER

(Aşağıdaki yazının hazırlanmasında Karen Horney’in “Kendi Kendine Psikanaliz” adlı kitabından yaralanılmıştır.)
Çocuklar, doğdukları andan itibaren, her koşul altında çevrelerinden etkilenmeye açıktır. Önemli olan bu etkilerin çocuğun gelişimine olumlu katkılarda bulunmasıdır. Ancak yaşanan gerçekler, toplumumuzdaki kültür ve birikim farklılığının ileri boyutlarda olmasından ve toplumsal homojenliğin azlığından dolayı, çok çeşitli olan bu etkilerin, daha çok çocukların yetişkinlik yaşamlarını olumsuz etkiledikleri şeklindedir. Kaldı ki, gelişmiş ülkelerde olduğu gibi, hamilelik döneminden itibaren anne adayının ilgili devlet birimleri tarafından bilimsel anlamda takip edilmesi, ideal bir hamilelik sürecinin geçirilmesi, uygun bir beslenme tablosunun uygulanması, vb. önerilerde bulunulması da söz konusu değildir bizim ülkemizde.
Bunun sonucunda çocuk olumsuz birçok çevresel etken tarafından kuşatılmakta, bunlara karşı geliştirdiği ya da geliştiremediği savunma mekanizmaları sonucunda farklı nevrotik eğilimlere sahip olmaktadır. Nevrotik eğilimler derken kastedilen şey, sosyal olaylar karşısında takındığımız, bir tür davranış refleksleridir.
Kesin olan birinci gerçek, hiçbir sağlıklı anne-babanın çocuğunun kötülüğünü istemeyeceğidir. Ancak anne-babalar tüm iyi niyetlerine karşın, toplumsal yapımızdaki hakim kimi eğilimlerden ve otoriteye yatkın olan yönlerimizden dolayı, çocuğa mutlaka baskı uygulayarak büyütmekte, bu baskıya da aile terbiyesi ismini vererek bir tür savunma yapmaktadırlar.
Çocuk yetiştirme kültürümüze baktığımızda; çocuğa doğduğu andan itibaren;
• Boğucu bir sevgi uyguladığımızı,
• Buyurgan yapımızla zaman zaman çocuğu yıldırdığımızı,
• Anlamsız bir yüceltme uyguladığımızı,
• Herhangi bir seçim söz konusu olduğunda, DİĞERİNE KARŞI bizim tarafımızı tutmasının zorunlu olduğunu,
• Mutlaka çok başarılı olması gerektiğini,
• Aslında onun çok zeki olduğunu ama yeteri kadar çalışmadığı gibi argümanları sık sık duyarız.
Bunun sonucunda zavallı çocuk,
• Kendi varoluş hakkının bütünüyle ailesinin beklentilerinin gerçekleştirilmesinde,
• Onların değer ölçülerini ya da kendisi için besledikleri hırsları yerine getirmesinde,
• Saygınlıklarını artırmasında,
• Onlara körü körüne tapınmasında yattığına inanmaya itilmiş olabilir.
Elbette ki bunun sonucunda; çocuk, kendisinin de kendi haklarıyla ve kendi sorumluluklarıyla bir birey olduğunu algılamaktan alıkonmuş demektir. Aile ve çevrenin uyguladığı bu etkilerin çoğunlukla gizli ve örtülü olması bunların olumsuz etkilerini azaltmaz.
İşte tüm bunlar bir araya geldiğinde karşımıza çıkacak olan tablo aşağıdakilerden birisi olacaktır.
Sanırım burada büyük bir dürüstlükle, bizim neslimizin anne-babalarının da bu konularda eğitimsiz olduklarını, bizim de o sözü edilen ÇOCUKLAR gibi yetiştirildiğimizi kabul etmemiz gerekecektir..
1. Nevrotik sevecenlik ve onaylanma ihtiyacı:
• Başlarının beklentilerini yerine getirme,
• Ağılık merkezi bireyin kendi içinde değil, başkalarında yatar, önemli olan tek şey onların arzuları ve görüşleridir.
• Kendini ortaya koyma korkusu,
• Başkalarının düşmanlığından ya da kendi içindeki düşmanlık duygularından korkma.

2. Yaşamın sorumluluğunu üstlenecek bir “eşe” duyulan nevrotik ihtiyaç:
• Ağılık merkezi bütünüyle yaşama ilişkin beklentilerin tamamını yerine getirecek, iyiyi ve kötüye sorumluluğu üstlenecek bir “eşe” sahip olmaktır.
• “Sevgi” nin gözde büyütülmesi, çünkü “sevgi” nin bütün sorunları çözeceğine inanılır,
• Terk edilme korkusu,
• Yalnızlık korkusu,

3. Kendi yaşamını daracık alanlarla sınırlandırmaya yönelik nevrotik ihtiyaç:
• Başkalarından bir şey beklememe, az şeyle yetinme ve nesnel şeylere yönelik arzu ve hırsları sınırlandırma zorunluluğu,
• Silik ve ikinci planda kalma zorunluluğu,
• Var olan beceri ve potansiyellerin küçümsenmesi, en üstün değer alçakgönüllülüktür,
• Herhangi bir istekte bulunma korkusu,
• Taşkın arzulara sahip olma ya da bunları ortaya koyma korkusu,
Beklenebileceği gibi bu üç eğilim bir arada bulunur. Her üçü de zayıflığın benimsenmesini içerir.
4. Mantık ve önsezi yoluyla kendini ve başkalarını denetlemeye yönelik nevrotik ihtiyaç:
• Zeka ve mantığın her şeyi yapabilirliğine duyulan ihtiyaç,
• Coşkusal etkenlerin gücünün yadsınması ve bunların aşağılanması,
• Önsezi ve tahmin gücüne biçilen aşırı değer,
• Önsezi becerisine bağlanan başkalarından üstün üstün olma duyguları,
• Mantık gücünün nesnel sınırlarını algılama korkusu,

5. İradenin her şeyi yapabilirliğine inanmaya yönelik nevrotik ihtiyaç:
• İradenin büyülü gücüne duyulan inançtan kaynaklanan dayanıklılık duygusu,
• Arzuların engellenmesine gösterilen yalnızlık tepkisi,
• Salt iradenin sınırlarını algılama korkusu.
6. Başkalarını kullanmaya ve olası her yoldan onlardan yararlanmaya duyulan nevrotik ihtiyaç:
• Başkalarını kullanma becerisine dayanan gurur,
• Kullanılma ve böylece aptal olma korkusu,
• Çwşitli sömürü odakları: para, görüşler, cinsellik, duygular.

7. Toplumsal alanda göze çarpmaya ya da saygınlığa duyulan nevrotik ihtiyaç:
• Her şey, sadece bunların saygınlık derecesine göre hesaplanır,
• Öz değerlendirme, bütünüyle toplumsal benimsenmenin yapısına bağlıdır,
• İster dış koşullar nedeniyle, ister içsel etkenler yüzünden saygınlığı yitirme korkusu.

8. Kişisel hayranlığa duyulan nevrotik ihtiyaç:
• Öze ilişkin imajın şişirilmesi (narsizm)
• Sahip olduğu ya da toplumsal yargıya sunulduğu şeylerden ötürü değil, kendi hayalinde olduğu şey (öz) ihtiyacı,
• Öz değerlendirme onun bu imajı gerçekleştirmesine ve başkalarının buna duyacağı hayranlığa bağlıdır,
• Kendisine duyulan hayranlığı yitirme korkusu.

9. Kişisel başarıya yönelik nevrotik hırs:
• Sunduğu ya da olduğu şeyle değil, etkinlikleriyle başkalarını geride bırakma ihtiyacı,
• Göze çarpma hayati bir önem taşır, bunun yokuğuna içerlenir,
• Başkalarını dize getirmeye yönelik yıkıcı eğilimleri vardır,
• Kendisini büyük işler başarma doğrultusunda acımasızca kamçılar,
• Başarısızlık ve küçük düşme korkusu.

10. Öz yeterliliğe ve bağımsızlığa duyulan nevrotik ihtiyaç:
• Hiç kimseye ihtiyaç duymama, hiçbir etkiye boyun eğmeme, ya da hiçbir şeye tutsak olma tehlikesini içeren hiçbir yakınlığa bağlanmama zorunluluğu,
• Tek güvenlik kaynağı insanlardan ayrılık ve mesafedir,
• Başkalarına ihtiyaç duyma, bağlanma, yakınlık, sevgi korkusu.

11. Kusursuzluğa ve yanılmazlığa duyulan nevrotik ihtiyaç:
• Acımasız kusursuzluk itkisi,
• Kusursuz olma nedeniyle başkaları karşısında duyulan üstünlük duyguları,
• Kendi içinde özürler bulma ya da hata yapma korkusu,
• Eleştirilme ya da suçlanma korkusu.
Dikkatli okuyan arkadaşlarım, sayılan bazı özelliklerin hemen herkeste olabilecek özellikler olduğunu fark etmişlerdir. Sanırım her şeyde olduğu gibi burada da dengeli olmak önem kazanıyor.
Zaten bir insanı etkileyen en önemli özellik karşıdakinin dürüst ve tutarlı olması imiş.
Keyifli günler diliyorum..

2011-01-27

TÜRKLER

Johari, insanın kendini tanıması için gerekli olan koşulları, “pencere” şeklinde tanımlamış..bu tanımlamanın anlaşılır şekli aşağıdadır..
• Açık pencere : Kişinin kendisini gördüğü, başkalarının da onu gördüğü pencere,
• Kör pencere : Başkalarının görüp, kişinin görmediği pencere,
• Gizli pencere : Kişinin görüp, başkalarının görmediği pencere,
• Bilinmeyen pencere : Kişinin de, başkalarının da görmediği pencere..
Toplumlar tek tek bireylerin, kendilerini o topluma ve o toplumun değerler sistemine ait hissederek, bir araya gelmesi ile oluştuğuna göre, toplumlar için de yukarıdaki tanıma şekillerini öne sürmek sanırım yanlış olmaz..
Yani, Türk toplumu olarak;
• Kendimizi nasıl gördüğümüz,
• Diğer toplumların bizi nasıl gördüğü,
• Bizim kendimize ait olduğunu sanıp, diğer toplumların görmediği/farkında olmadığı,
• Bizim de, diğer toplumların da bize ait olduğunu bilmediği taraflarımızdan söz etmek mümkündür.
Bizim için geçerli olan bu tümevarımın diğer toplumlar için de geçerli olduğu aşikardır.
Üç yıl önce, 4 kişilik aile olarak, ellerimizde ülke ve şehir haritaları, önceden ayırtılmış otel/motel/hostel listesi, hangi şehirde bizi kim karşılayacak bilgisi ile uzun bir Orta Avrupa turu yapmıştık.. (Not: Neredeyse bütün turu, çok ucuza trenlerle yapmıştık..bütün Avrupa ülkelerinde ana ulaşım aracı olmaya devam eden bu araç için benim ülkemdeki yöneticilerin “komünist işi” demeleri hangi akıl ve izanın eseri idi acaba?)
Gezip/görüp/etkilendiğimiz şehirleşme, ülkelerin geçmiş zamanlarına ve kültürlerine sahip çıkma, her şeyin insana yönelik ele alınması konuları bir yana, beynime kazınan olgu, özellikle Avusturya ve Macaristan’da, geçmişten kaynaklanan, Türklerle ilgili olumsuz düşünceler ve bunların dışa vurulma şekilleri oldu.
Türklerle ilgili bir olayın yaşandığı her yere anıtlar, heykeller ve büyük levha/panolar yapmışlardı..
-Türkler bu kapıda durduruldu,
-Türkler bu noktadan ileriye geçemediler,
-Türkler burada bozguna uğratıldı,
-Bu anıtın olduğu yerde kahraman bilmem kim Türkleri unutulmaz bir yenilgiye uğrattı,
Anıtlar, heykeller, panolar, aklım durmuştu.. ve kendime sormadan edememiştim:
“Biz ne yaptık acaba bu adamalara da böylesine bir hınç ve kin besliyorlar bize..” diye..
Savaşların zulümsüz, kıyımsız, tecavüzsüz, talansız kısaca insani hiçbir yönünün olmayacağını bilecek öngörüye sahibim.. bu geçmişte de, böyle idi, şimdi de böyle.. ama nedense, bizim yanlış çalışan pencerelerden birisine göre; biz her gittiğimiz yere barış ve huzur götürmüşüz..savaş yapmışız, adamların ülkelerini - şehirlerini işgal etmişiz, şehrin/kalenin büyüklüğüne göre 2 gün 3 gün askere talanı serbest bırakmışız, kadınlarını kızlarını, küçük çocuklarını esir almışız, ama bütün bunları barış ve huzur için yapmışız..
Sanırım empati yapmak diye bu ihtiyaç kastediliyor..ABD bunu söylediğinde gülüyoruz, biz iddia ettiğimizde ciddileşiyoruz..
Bunları neden yazdım?
Elimde sonlarına geldiğim bir kitap var.. kitap, her fırsatta, bizi arkamızdan vurduklarını (!) iddia ettiğimiz Araplarla ilgili.. daha doğrusu Türkler ve Araplarla..
Amin Maalouf’a ait.. adı “Arapların Gözünden Haçlı Seferler”..(Yapı Kredi Bankası Yayınları)
Zamanınız varsa, okuyun da görün araplar, Osmanlıdan önce Selçuklularla ve genel olarak Türklerle ilgili, neler düşünüyorlar..Türklerle ilgili olarak arap tarihçiler neler söylüyorlar.. yani onların penceresinden nasıl görünüyoruz acaba?
Bugün geldiğimiz noktada, bizimle ilgili düşüncelerinin neden hiç değişmediğini, hiçbir uluslar arası toplantıda/camiada bizi desteklemediklerini, bizi her fırsatta zor durumda bıraktıklarını anlamak mümkün bence..
Demem o ki; Avrupalı ne ise Arap ta odur bizim için..siz bakmayın son yıllarda bazı kendini bilmezlerin onları bağırlarına bastıklarına..onlar ümmetten başka kavrama sahip değiller..böyle davranmaları gerekirdi zaten..
Dönektir, mönektir ama bazı tespitlerine katılırım Çetin Altan’ın..
“Türke Türk propagandası” dediği bir kavram vardır.. bizim yöneticilerin ülkeyi sorunsuz yönetmek için buldukları bir yöntemdir bu.. ama bazı konularda bize öylesine uyuyor ki bu tanım, anlatamam..
Johari’ye uyup ”KÖR PENCEREMİZİ” açmamız gerekiyor.. hem de hiç zaman kaybetmeden..
Hepinize keyifli günler diliyorum..

2011-01-19

ANILAR VE YİTİP GİDEN DEĞERLER

Kendimle ilgili örnekler verdiğim için hoş görün..
Aklıma başka anlatım şekli gelmedi..
Hem size dert yanmayıp kime yanacağım..
Tüm meslek grupları içinde bizdeki arkadaşlığın bir benzeri daha yok çünkü..

Kıtaya çıktığımız ilk günü alay komutanı ile inanılmaz bir kavga yaşadım..
Bana göre ben, ona göre kendisi haklı idi..
O andan itibaren, komutanlarım ve bir sistem olarak silahlı kuvvetler, her fırsatta beni cezalandırmaya başladılar..
Ve ilk gün öğrendim ki / öğrettiler ki, TSK acımasızdır..hiçbir suçu -elbette ki kendisine göre suç olanı- cezasız bırakmaz..
Kışlada olan her olay bunu doğrular nitelikte idi..
12 mart’ın da etkisi olsa gerek, genç rütbelerin yaptıkları hiçbir olaya hafifletici bir neden yüklemeksizin, basıyorlardı cezayı..

Ceza alma rekoru bizim topçuda idi..Patnos’un minik cezaevine girdikçe, devreler olarak bölükleri sabah sporunda cezaevinin etrafında koşturup, Cem Karaca’nın ünlü “Düştüm mapus damlarına öğüt veren çok olur” türküsünü söyletirdik.. ikince ceza alma rekoru bende idi..

Hakkımda bir sürü dosya tuttular..
Asidir dediler, disiplinsiz dediler, örgütleyici (!) diye özel sicil verdiler..
Bekar odamı arayıp yüzlerce kitabımı ortalığa saçtılar..
Onlar üzerime geldikçe diklenmeyi öğrendim ben de..

Rütbem arttıkça kavga şeklimiz de değişti..
Ben de hakkımı - hukukumu arama yolarını öğrenmiştim artık..
Yükseleceğim her rütbe için “hele bir …………olsun, biraz akıllanır” dedilerse de, bu cümle albaylığıma kadar devam etti.. onların akıllanmak dediği şey, her ne ise, ben olamadım..
Sakınca kaydımdan dolayı ailem de benimle birlikte çile çekti..
Oğlum Anadolu lisesini üç ayrı şehirde bitirdi..
Üç ayda tayinimi çıkardıkları oldu..

İlk günden itibaren tek bir şey sokuluyordu kafalarımıza..
Üst daima haklıdır..
Komutanlarından Allahtan korkar gibi korkacaksın..
Komutanların inanılmaz bir gücü vardır..hiçbir şeye itiraz etmeyeceksin..
Ülkedeki yönetim şekli ve sivil-asker ilişkileri de bunu doğrular nitelikte idi..

Ana dilim gibi İngilizce bilmeme rağmen yurt dışı göreve gidemedim..
Akademi sınavlarına sokulmadım..
Her hukuk gaspında, ben de sistemi ilgili yerlere şikayet ettim..
Ama hiçbir şey elde edemedim..
Öğrendim ki, TSK kincidir, intikamcıdır, acımasızdır, kendi doğrusu dışında doğru kabul etmez..
Yani ya onun istediği gibi olursun ya da adamı süründürürler..
Her şeye rağmen sisteme küsmedim..
Sistemin doğru bildiği şeylerin yanlışlığı elbet anlaşılacaktı..
Ayrıca, eğer itaatsiz isen, yalnızlığı ve cezayı göze alacaksın..

12 eylül, ülkedeki az buçuk bile demokrat olanların üzerinden bir silindir gibi geçerken, benim gibi düşünen 76, 78, 79 ve 80 devreleri başta olmak üzere, o az buçuk demokrat olan tüm subaylar kapının önüne kondular sorgusuz-sualsiz..
Nedenini bilmiyorum ama ben atılmadım..belki de mezuniyet yılı etkili olmuştur bunda..
Ama sonuçta bugün rütbeleri tuğ ve tümgeneral olacak olan, en bilgili, en gerçekçi, en az herkes kadar vatansever, en kaymak tabaka, hem de resen emekli edilmişti..

Bence TSK kendi ayağına ilk kurşunu o zaman sıktı..

Bugünün kızdığımız dinci çevreler ya da ülkemizin bekasını istemeyen devletler, milyarlar verse bunu sağlayamazlardı..
Subay mevcudu 18 bin civarında olan bir kara kuvvetleri için 2000 subay inanılmaz bir kıyımdı..
Böylece herkes susturuldu, sindirildi, pıstırıldı..

Ve sonunda, elbirliği ile yapılan tüm desteklerle, ülke AKP iktidarını tanıdı..
O, yanından salavatla geçilen TSK ya bir şeyler oldu..
Astığı astık, kestiği kestik generaller süt dökmüş kediye döndüler..
Bize yapılan her saldırıda, “işte şimdi TSK patlayacak” diyorduk..
Hiçbir şey olmuyordu ama..
Genelkurmay Başkanlarımız ha bire, “TSK hukuka bağlıdır” diyordu..ne demekse hukuka bağlılık? Oysa bize ilk günden “hizmete müteallik olmayan emir uygulanmaz” ı öğretmişlerdi..
Artık “hizmet kavramında bir değişiklik olmuştur” diyorum..
Birileri ırzımıza göz dikti ve biz hala hukuka bağlılıktan söz ediyoruz..

Sivil arkadaşlarım yarı şaka, yarı ciddi, “Sizinkiler teğmenine de generaline de sahip çıkamıyor” diyorlar yüksek sesle..
Artık itiraz edemiyorum..
Başımı önüme eğmekten başka bir şey yapamıyorum..
Yıllarca bana ve benim gibilere, anamızdan emdiğimiz sütü burnumuzdan getiren o komutanlar ve onlarla temsil edilen sistem nerede acaba?
Kendi personeline bu kadar acımasız ve kararlı -kendince- davranan bu sisteme ne oldu acaba?

Yoksa kurmaylık ve devamındaki generalliğe terfi sistemimizde bazı sakatlıklar mı aramalıyız?

Neden mi yazdım bunları..

Yıllar önce içimiz heyecandan titreyerek koştuğumuz 27 aralık koşusundaki olaylar içimi acıttı..

Harbiyelileri, madem güzergah tahsis edilmedi, ön tarafa merkez komutanlığı eskortlarını koyarak, halka ses yayın cihazları ile durumu anlatarak, Atatürk Bulvarından koşturmak bu kadar mı imkansızdı acaba?