2007-02-27

"Öteki"ni Anlamak Üzerine

1. Son yıllarda “öteki” kelimesi o kadar kullanılır oldu ki; bu konuda, tarafsız bir yazı yazma isteği biraz da cesaret istiyor.. kim ne derse desin, “din” kavramı gibi bir şey bu.. herkes “öteki” nin tanımını kendisine göre yapıyor çünkü..
2. En basit tanımı ile, “öteki, bizim dışımızda gördüğümüz herkes ve her şeydir” diyebiliriz.. insan egosunda o meşhur yanılmazlık yanlışlığı ve “her şeyi en iyi ben bilirim” düşüncesi olduğu sürece de, yaşamımızda “ötekiler” var olmaya devam edecektir.. Gelenekçi bir toplum içinde yaşadığımız için; onlara karşı hissettiklerimiz ise, hafif bir eleştiriden, yaşamalarının gereksiz olduğu düşüncesine kadar geniş bir yelpazeyi içerecektir kuşkusuz. Farklı düşünen insanların barış içinde bir arada yaşamaları ise, nispi olarak daha gelişmiş ve kültür düzeyi daha yüksek toplumlar için geçerlidir. Bizim gibi “geç milliyetçilik” dönemi yaşayan toplumlar için ise bu şimdilik bir hayaldir.
3. Şu bir gerçek ki; günümüzde “öteki” dendiği zaman, çoğunlukla “siyasi görüş” ya da “dinsel görüş” olarak bizden farklı düşünenler kast ediliyor. Gelenekçi toplumlarda ise bu iki kavram, önemli bir tutunum noktası teşkil ettiğinden, toplum üzerinde -belki de olması gerekenden daha fazla- bir ağırlığa ve karşıt görüşlere karşı savunma ihtiyacına sahiptirler. İşte bu nedenle, bu sahiplenme kimi durumlarda karşıt görüş sahiplerinin yaşama haklarına gasp edecek düzeylere gelmektedir.
4. Tek tanrılı dinler, ortaya çıkışlarından itibaren, birbirine benzer argümanları savunmuşlardır. Örneğin, her üç din de kendi sistemlerinin son derece hoşgörülü olduğunu ileri sürer. Oysa böyle bir düşünce, eski deyimle, “eşyanın tabiatına aykırıdır..” Zira dinler, kendilerinden önceki dinlerdeki eksiklikleri tamamlamak üzere geldiklerini, en mükemmel öğretilerin kendi dinlerinde olduğunu savlarlar. Elbette ki, tüm insanların bu dine inanmaları gerekmektedir. Bu konuda gerekirse her tür “zor kullanma” mubahtır. Nitekim sosyoloji tarihi, insanın insana işkence ve eziyet etmesinin, tek tanrılı dinlerin ortaya çıkmasından sonra başladığını söyler. Başka deyişle, “kahramanlık çağı” artık sona ermiştir.
5. Devletlerin ortaya çıkmasından sonra da, iktidar ve zor kullanma tekelini elinde bulunduran siyasal güç, kendi ülkesi içinde sisteme karşı çıkan her sesi susturmak üzere yapılanmıştır. Kolay yönetim bunu gerektirir çünkü.
6. Oysa ötekini anlamak için hoşgörü gereklidir. 4 ve 5. maddelerde sözü edilen gerekçelerle, insanların ve yöneticilerin bu hoşgörüye sahip olmaları için yaşanması gereken sürece, “demokrasi tarihi” dersek abartmamış oluruz sanırım. En geniş anlamı ile bu süreç ise, bir toplumda yaşayan bireylerin her tür “aşağılık komplekslerinin” olumlu anlamda tatmin edilmiş olmasıyla mümkündür. Bu olgu ise, bir yandan ilkokuldan itibaren verilecek olan eğitimle, bir yandan da ülke dinamiklerinin uluslararası alanda başarı kazanmak üzere harekete geçirilmesi ile gerçekleşebilir sanırım.
7. Gelişmiş ülkelerde iktidar değişimi, toplum katmanlarını bizde olduğu gibi derinden etkilemiyor. Bizim ülkemizde, özellikle 1950’li yıllardan itibaren başa gelen her iktidar, ülkedeki tüm değerler sistemini derinden etkileyen değişikliklere başvurmuştur. Farkında olmasak da, her ekonomik sistem kendi ahlak anlayışını da topluma dayatır. Bu dayatma, uluorta göze çarpmasa bile, toplumdaki değerler sisteminin yerinden oynamasına neden olur. Eğer değişen değerler sisteminin yerine yeni ve daha gelişmişleri konmazsa (ikame edilmezse) toplumun büyük sarsıntılara uğraması kaçınılmazdır. Belki de, son 50-60 yıldır benzer sorunların bir türlü üstesinden gelemeyişimizin altında yatan gerçek neden budur.
8. Yapılan bu önemli hatanın yanı sıra, ülke olarak, gelişmiş ülkelerdeki gibi bilimsel temellere dayanan bir eğitim sistemine sahip değiliz. Her iktidarın kendi ahlak anlayışını dayatması bir yana, el attığı ilk konu ilkokuldan başlayarak eğitim sistemini kendi inançları doğrultusunda değiştirmek olmaktadır. Sağlıklı bir sistem tesis edilemediği için, mevcut durumdaki eğitim ve çocuk yetiştirme sistemimiz, her çocuğun kendi arkadaşlarını mutlakla geçilmesi gereken rakipler olarak görme üzerine kurulmuş olmaktadır. Bunun ne kadar sakat bir düşünce olduğu ise ortadadır.
9. Bütün bunlar yan yana gelince, başkalarına karşı duyulan korku, insanları gettolaşmış sitelerde yaşamaya itti. İtilen sosyal katmanlar da, korku duygusuna neden oldukları söylenen insanlar da, bundan zararlı çıktı. Halen her iki tarafın süratle birbirlerinden uzaklaşma sürecini yaşıyoruz. Üstelik bu uzaklaşma beraberinde tarafların birbirlerine diş bilemelerini de getiriyor. Her iki kesimdeki paranoid kişilikler öteki ile ilgili bir kaygı beslemeye devam ediyor ve her ortamda bu kaygıyı yüksek sesle dile getiriyor. İnsanın en temel ve güzel dürtülerinden birisi olan “başkalarına karşı sorumlulukları olma” bizim toplumumuzda giderek yok oluyor.
10. Bu noktada ise devreye başka bir bileşen girmektedir. Devletin Emniyet Kuvvetleri. İktidarların ilk el attıkları konu okullar ise hemen arkasından da “emniyet güçleridir..” Bu güç tarafsızlığını yitirdiği an ülkede kaos yaşanması kaçınılmazdır. Ve biz bu kaos ortamına çok büyük bir hızla girmekteyiz.
11. Yaşanan bunca olumsuzluk yetmezmiş gibi, ülkedeki kimi güdümlü ne sorumsuz medya bu olumsuzluğu körükleyecek biçimde yayınlar yapmaya devam ediyor.
12. Sonuçta, geldiğimiz noktada belirginleşen çözüm yolu, tarafsız yöneticiler, bilimsel yöntemlere dayanan bir eğitim sistemi ve insanların birbirlerini sevmelerine, saygılı olmalarına dayanan bir toplum düzeninin varlığı olmakta. (Bunları uygulama yeteneğimiz olsa bu duruma da gelmezdik denebilir.)

2007-02-24

Dürüst Olmanın Güçlüğü

Gelenekçi toplum yapımızın zorunlu bir sonucu olarak bize verilen kültürel kodlara uyarak yaşadığımız sürece hiçbir zorluk ve tepkiyle karşılaşmadan yaşamımızı devam ettirebiliriz. İçinde her tür ahlak öğretisini, iyi-kötü, güzel-çirkin ve erdem tanımını, günah ve sevabı, kısaca toplumsal yaşamımızı yönlendiren her tür olguyu tanımlayan bu kodları sorgulamak, hele istenen normlardan farklı davranmak toplum gözünde suçlu, ahlaksız, günahkar gibi sıfatlarla anılmayı, ileri safhada ise cezalandırılmayı gerektiriyor.
Öte yanda bir de insanın özü, içinde mutlu olmak isteyen çocuk yanı var.
Yani, insan olmanın zorunlu bir sonucu olarak sahip olduğumuz içgüdülerimiz, içtepilerimiz, arzularımız, isteklerimiz var.
Bir yanda kültürel süreklilik sonucu olarak bizden istenenler, öte yanda bizim özümüz. (Bir başka deyişle bastırılmış kimliğimiz.) Toplum olarak karşılaştığımız birçok çıkmazda bu olgunun, itiraf edilmese de, izlerini görmek mümkün.
Bilinçli insanlar tarafından uyulmayan kuralların gözden geçirilmeleri gerektiğine inanıyorum. Şüphesiz, insan olarak işimize gelmeyen kurallara uymayıp, işimize gelenlere uymak gibi tarihsel bir ikiyüzlülüğümüzün olduğunun da farkındayım. Ama sağlıklı insanlardan meydana gelen bir toplum yaratılmak isteniyorsa bu gözden geçirmenin, dahası değişimlerin bir an önce hayata geçirilmeleri gerekir.
Peki, insanlar henüz kendi değer yargılarını, ön yargılarını, inançlarını, kısaca sahip oldukları bütün bir değerler sistemini gözden geçirmeyi bir gereklilik olarak görmüyorlarsa ne olacak? Çünkü insan, ve insanların meydana getirdiği toplum, kendi bünyesinde yapacağı değişimi ancak bıçak kemiğe dayandığında bir gereklilik olarak görüyor ve eyleme geçiyor.
Bir kural değişene kadar toplumun dışlaması sonucu acı çeken, aşağılanan, cezalandırılanlar ne olacak?
Olayın bir de şu yüzü var: Değişim, ister sigarayı bırakmak gibi somut bir olay olsun, ister bazı olaylar karşısında, örneğin çocuklarına daha yumuşak ve hoşgörülü davranma isteği gibi (bu istek diğer insan ve ailelerden etkilenmek şeklinde bile olabilir, hiç önemi yok, yeter ki değişim olumlu olsun) insanda kesinlikle rahatsızlık yaratıyor. Çünkü bize toplum tarafından verilip oynamamız istenen rolün dışına çıkmak, başta da belirtildiği gibi, hayli zor ve zahmetli bir iş. İnsan ve toplumlar ise kolayı seçmeye, var olan durumu devam ettirmeye, alıştığı gibi yaşamaya yatkın bir yapıya sahiptir.
Son olarak da olayın ayrı ayrı kadın ve erkek açısından değerlendirilmesi var. Zira iki cinsin yaşamı algılayışları ve özellikle ahlak kurallarını kabulleniş biçimleri farklı olabiliyor. Bu da bizi zorunlu olarak, sahip olduğumuz tüm değerler sistemini gözden geçirmemizi gerektiriyor.
Toplum yapımıza baktığımızda bilginin elde edilme sürecinde insanların herhangi bir zahmete girmeden nesilden nesile aktarılan bilgiyi kullandığını görüyoruz. Belki de toplumun “gelenekçi” olmasının temel nedenidir bu özellik. Ya da bu özellik, buna bir tür tembellik de diyebiliriz, sonucunda toplum gelenekçi bir yapıya sahip olmuştur.
Ülkemizdeki yetişkin nüfusun ortalama okumuşluk oranı 4 yıl. Cumhuriyetin kuruluş yıllarında okuma-yazma oranı ise %3 gibi inanılmaz bir rakam. Ülkemizdeki bütün gazetelerin toplam tirajı, ki bu tiraj tüm çabalara rağmen dört milyonu aşamıyor bir türlü, Avrupa veya ABD’deki tek bir gazetenin ortalama tirajı kadar. Neresinden bakılırsa bakılsın, okumayan ve okuyana pek de iyi bakmayan bir toplum yapımız var.
Sahip olduğumuz değerler sistemi ağırlıklı olarak dinsel motiflerden etkilenerek oluşturulmuş. Böyle olunca dinsel kurallar günümüzün neredeyse 24 saatini, başka bir deyişle tüm yaşamımızı düzenlemeye de istekli ve hevesli.
Dinsel değerler sisteminin en çarpıcı yanı, yüzyıllardır "günah" kavramı ile yetiştirilmiş nesillerin, günah ve yasak denen kavramların bazen tersinin de doğru olabileceğini hiçbir şekilde düşünememeleri. Bu nedenle attığımız her adımda "öte dünya" ile ilgili korku ve endişeler hep ön planda yer alıyor. Böyle olunca, yani kültür ve ahlak kuralları dinsel ağırlıklı bir egemen kültürün zorlaması ile oluşmuşsa, değişim de neredeyse olanaksız hale geliyor.
Öte yandan, çöken bir Osmanlı değerler sisteminin yerine geçecek ve toplum katmanları tarafından itirazsız kabul gören değer yargıları da yaratılamamış. Bütün bulların zorunlu sonucu ise :
• Kendisine ve her şeye yabancılaşmış bireyler,
• Dürüst olmayan kişilikler,
• Benzer olaylar için hep farklı kararlar üreten insanlar,
• Yalan ve hile ile yaşamayı alışkanlık haline getirmiş aileler,
• Kendi doğrularını ve gerçeklerini yaşayamayan bir toplum oluşturmuşuz.
Bunun tersi bir yaşam tarzı öncelikle çok dürüst olmayı gerektiriyor. Bizim bu kültürle bunu başarmamız çok zor. Toplumda bazı kıpırdanmalar yaratabilecek güçler olarak sayabileceğimiz; medya, ünlü sanatçılar, siyasetçiler bu misyonu üstlenemeyecek kadar duyarsız ve birikimsiz. Yapılan her şey ortalama okumuşluk oranı 4 yıl olan insanlara yönelik. Böyle olunca da insanları düşünmeye sevk edecek hiçbir etken oluşamıyor.
Ekonomik ve cinsel dürtülerin insan yaşamındaki etkileri belli. Bunlardan özellikle cinsel olanları yüksek sesle söyleme cesaretine sahip olan insan sayısı ise çok az. Bunun temel nedeni de, geliyor geliyor o içimizdeki korkulara dayanıyor.
Bir yanda dinsel korkular, bir yanda da toplumdan dışlanma korkusu. Aslında hiçbirimiz tam anlamı ile dürüst değiliz. Yanımızda, kimselerin görmediği bir yığın maskeyle dolaşıyoruz. Gün içinde, karşılaştığımız her farklı durum / olay / insan / oluşum vb. için bu maskelerden birini (uygun olanı) seçiyor, yüzümüze takıyor ve tüm insanların, bizim bu yüzümüzü tanımasını istiyoruz. Belki maske sayımız, biz olgunlaştıkça, güçlendikçe, bilgi birikimimiz arttıkça azalıyor. Bir tek öldüğümüz an gerçek yüzümüzü görüyor insanlar.
Ama o an o kadar kısa ki..
Hem artık kendimizi anlatma şansımız da yoktur artık.

Etkilenmelerimiz ve Modellerimiz

1. Ego kendi modellerini yaratırken, sahip olduğu etik ve ahlak değerlerini göz ardı eder. (Belki de etik değerler başta olmak üzere tüm değerler sistemimiz toplumsal yaşamın bir gereği ve sonucu olarak bize bir dayatma şeklinde kabul ettirilmektedir!) Burada egonun eğitimli olup olmaması, sonucu etkilemez diye düşünüyorum. Sadece seçilen modelin kimliği ve düzeyi, kişilere göre farklılık gösterebilir. Önemli olan kendi öznel seçiciliği ile seçimini yapmasıdır.
2. Ego güçlü değilse, yani kişi kendini tanıma ve aşma noktalarında sıradan davranışlara sahipse, ait olma duygusu ve tutunum gereksinmelerini de sıradan objelere yöneltecektir. Sıradan objeden kastım, kendisine en çok benzeyen, kendisini en çok benzettiği objenin kimliğidir. Yani, varoşlardan bir genç, kendisini hiçbir zaman Fazıl Say ya da Suna Kan ile özdeşleştirmeyecektir. Seçtiği obje, kendi kültüründe tanımlanmış olmak zorundadır.
3. Yapılan seçimin yansımaları şu şekillerde olabilir :
a. Model/obje her yönüyle olumlanır. Yaptığı hiçbir olumsuzluk dikkate alınmaz, bu konuda beynin karar verme mekanizması felce uğramış gibidir, bazı durumlarda fren görevi yapması gereken filtreler devrede yoktur, fanatik yaklaşımlar söz konusudur. (Aşık olma sürecinde de benzer duygular yaşanmaktadır. Beyinle ilgili olarak elde edilen son bulgulara göre, aşkın ilk evrelerinde, geçici bir süre, beynin karar üretme merkezi kimyasal bir madde ile kaplanmakta ve alınan kararlar ve karşı cins ile ilgili olarak üretilen düşünceler bu nedenle gerçeklikle örtüşmemektedir.) Son olarak, modelle ilgili kararlar üretilirken topluluğun düşüncesi ve kararları egemendir.
b. Bu süreç yaşanırken, bireyin kendi tutuculuğu devam etmektedir. Çevredeki hakim ideolojide ve ahlak anlayışında bir değişim söz konusu değildir. Değişim daha çok, içseldir. Yani, dördüncü evliliğini yapan sanatçı için; “İyi etmiş, aferin kadına..” cümlesi içsel bir isteğin sonucudur aslında. Kişi, egemen ahlak kuralları gereği, kendi yapamadığını objede onaylamaktadır.
c. Burada belki de şöyle bir açıklama gerekecektir: Egonun farkında olmadığı hiçbir şey yoktur. Her duygumuzun ve davranışımızın aslında ne anlama geldiği ego tarafından bilinmektedir. Ama çoğunlukla bunların tamamının bilinç düzeyine çıkmasına izin verilmez. Kişi bunu elbette ki kendisi engeller. Ama bir yerlerde gerçeğin nasıl olduğu/olması gerektiği kayıtlıdır.
d. Bazı durumlarda ise süper ego, yani toplumsal yanımız, bir karar üretme durumunda olduğumuz sosyal olgular için, dışlama / ayıplama / onaylamama süreçlerini başlatabilir. Değer yargılarının çatışması söz konusudur burada. “En kolay inanıp, en zor vazgeçtiğimiz (!)” yargılardır bunlar. Egonun tüm isteği süper ego tarafından bastırılır. Çünkü en kolay şey, öğretildiği gibi yaşamaktır. İnsanlar bu duruma, çok sıradan bir tanımlama ile “çekememezlik” demektedirler. (Bir gece önce yayına giren bir reklam filmindeki, rüzgardan geniş etekleri uçuşarak bacakları görünen kadın model gibi giyinen bir kadın, orta halli bir semtte mutlaka ayıplanacak ve davranışı bastırılmak istenecektir.)
4. Buraya kadar anlatılan durum, egonun tanışmadığı, sadece medya aracılığı ile tanıdığı modellerle ilgilidir. Bu modeller yaşamı doğrudan etkilemezler, etkileri sınırlıdır. Hastalıklı durumlar dışında objenin bireye zararı söz konusu değildir. Sağlıklı ama en uç noktada birey günlük yaşamında seçtiği obje ile fazlaca özdeşleşir, onun gibi konuşup, davranmak ister, onun bilinen repliklerini kullanır, her yönden ona benzemek isteyebilir. İşte, bu durumun aşırılığa kaçması durumunda yukarıda anlatılmak istenen olgu gerçekleşir ve süper ego devreye girerek insanı frenler.
5. Günlük yaşamın diğer bir etkilenme noktası ise bireyin imrendiği, yerinde olmak istediği şahıslarla ilgilidir. Egonun her durumda yapılan her şeyin farkında olduğu bilinmektedir. Kişinin olumlu ya da olumsuz tüm davranışları ego tarafından en saf, en yalın haliyle tanımlanmakta, bilinmektedir. Bireyin herhangi bir duygu durumunu egodan gizlemesi mümkün değildir. Belki, bazı durumlarda farklı duyguların üstü toplumsal baskılar nedeniyle örtülebilir, ama böyle bile olsa, ego, gerçek duygu durumu ne ise, onu bilir. Her durumda, ego, kendi eksiklerinin ve yapamadıklarının/yapmadıklarının farkındadır. (Bu konudaki acı gerçek ise, yapılmayan her konu için egonun kendisini kandırmak üzere programlandığıdır. Egonun yaptığı -ya da yapmadığı- her şey, ne denli toplum dışı, ne denli ahlak dışı, ne denli kural dışı olursa olsun, ego kendisini savunmak zorundadır. Savunmasına savunur ama bilinçaltında bir yerlerde bu eksiklik hali tanımlanmış ve bilinmektedir.)
6. Konunun günlük yaşantımızdaki yansımalarına gelince. Sanırım bunu da; farkına vararak bilinç düzeyinde hissettiklerimiz ve farkına varmadan bilinçaltına ittiklerimiz olarak ayırabiliriz.
a. Farkında olduklarımız: Sahip olduğumuz kişiliklerimiz ve geliştirmiş olduğumuz inanç sistemimizden dolayı (dinsel inançları kastetmiyorum) yapmadığımız davranışlar vardır yaşamımızda. Kuyruğa girilerek yapılan bir etkinlikte, bazı insanlar diğerlerinin önüne geçse bile, siz kişilere olan saygınızdan dolayı böyle bir davranışta bulunmazsınız. Ya da benzer olayları trafikte sık sık yaşarız. Siz saygılı bir sürücü olarak bazen insanların sizin hakkınızı çiğnemelerine ses çıkarmazsınız. Kendimizi aşma noktasında, çok büyük bir ilerleme kaydetmemişsek, şu bir gerçek ki, bazen bu tür disiplinsiz davranışlara imrendiğimiz olmuştur. Çünkü ne denli toplumsallaşırsak toplumsallaşalım, derinde bir yerlerde, sahip olduğumuz bir ilkel benliğimiz vardır. Ve bu tür davranışlar o benliğin bir yansımasıdır.
b. Farkında olmadıklarımız: Konumuz, asıl olarak, bununla ilgili. Sanıyorum düşünsel dünyamızın önemli bir kısmını bu duygular teşkil etmekte. Şöyle anlatmaya çalışayım:
(1) Birlikte yaşadığımız ve değer verdiğimiz insanlar vardır. Annemiz, babamız, kardeşlerimiz, evli isek eşimiz ve çocuklarımız ya da arkadaşlarımız, dostlarımız. İnsan seçicidir ve farkında olmasa, inkar etse bile bencildir. Yakınlaştığı insanı mutlaka kendisine benzetmek ister ya da zaten kendisine benzeyenle yakınlaşmak ister. Kendisine olan hayranlığı ve kaçınılmaz narsist eğilimleri yüzünden, karşı tarafta kendi yansımasını görmek ister. Ama bu her zaman mümkün olmaz. Ya seçeneğimiz yoktur; annemizi, babamızı biz seçmediğimiz için onları eksikleri ile kabul etmekten başka yapabileceğimiz bir şey yoktur, ya da eş seçimini yapmış, başlangıçta bazı şeyleri göz ardı etmiş, “nasıl olsa değişir ve bu eksiğini tamamlar” diye düşünmüş ama sonradan karşı tarafın eksiklikleri taşınamaz/tahammül edilemez hale gelmiştir.
(2) İşte bu durumlarda, yakınımız olan kişide eksik olan şeyi bir başkasında bulduğumuzda, o kişiden etkilenmememiz mümkün değildir. Yani karşımıza farklı anlamda bir model çıkmıştır. İnsan modellere oldukça düşkündür ve yaşamında benzemek isteyebileceği, hayranlık duyacağı objeler olmasını ister farkında olmadan.
(3) Sanıyorum insanlar arasındaki ilişkiyi asıl olarak belirleyen duygu durumu budur. İlişki kurduğumuz ya da kurmak istediğimiz insanlarda mutlaka en yakınımızdaki insanlarda olmayan bir şeyler buluruz. (Belki de bazen de bulduğumuzu sanırız.) Bulduğumuz şey ise, karşıdaki insanın bize benzeyen yönü ya da yönleridir.
7. Sonucu tek cümleye indirgeyecek olursak; insan iflah olmaz bir şekilde, kendisine aşık bir memelidir. Ve çoğunlukla narsist eğilimleri vardır.

2007-02-16

Ağıtlarımız

1. Bazen, baştan beri tersinin de doğru olabileceğini hiç düşünmemiş olduğumuz kimi olgularla ilgili, farklı bir yazı okuyunca, başka birinden farklı bir yaklaşım dinleyince, sonuç olarak o güne kadar inandığımız kavrama bizim baktığımız gibi bakmayan bir görüşle karşılaştığımızda, özeleştiri yapma yeteneğimiz varsa, ya da o güne kadar aldığımız eğitimde esneklik ya da analitik düşünce denen şeye sahip olabilmişsek, bizim doğrumuzdan başka doğruların da olabileceğini kabul ederiz.
2. Ama, bunun için esnek bir düşünce sistemine sahip olmamız şart. Oysa bu, bizim yapımızdaki toplumlarda çok zor kazanılan bir özellik. Çünkü sistem, ya da egemen düşünceyi temsil eden ve kitleleri sorunsuz olarak yönetmek için “hamasi edebiyat” ya da “popülist politika” denen olgudan yararlanan askeri ve siyasi seçkinler, bizim neyi nasıl düşünmemiz için yeterli baskıyı, biz hissetmeden zaten kurmuşlardır.
3. Erdoğan Aydın birkaç haftadır, bir gazetenin hafta sonu ekinde, 1. Dünya Savaşına neden girdiğimizi, daha doğrusu savaşa girmek zorunda olmadığımızı, muhteşem belge ve örneklerle irdelemeye çalıştı. Son tahlilde ise, bizi savaşa sokanların, diğer halkların yanı sıra, bizzat adına davrandıkları Türklere karşı da suçlu olduklarını, Türk halkını acımasızca ölüme gönderen egemen kastla ve onların siyaset tarzıyla hesaplaşmamız gerektiği dile getirdi.
4. Bu düşüncenin, düşüncelerimizi biçimlendiren toplumsal yapıyı göz önüne aldığımızda, biraz itici ve hemen itiraz edilecek bir kavram olduğunun farkındayım. Ama keşke tarih bilincimiz, bize öğretilenlerle yetinmemeyi gerekli kılacak düzeyde olsaydı ve keşke biz olaylara farklı bakabilmeyi bir yaşam tarzı olarak seçebilseydik diyeceğim ben.
5. Uzatmadan konuyu toparlayacak olursak; Erdoğan Aydın bu hafta halkın ağzından, dilinden, duygularından savaşa bakmayı denemiş.. onları aktarmak istedim sizlere. Bir Afrika atasözü; “Aslanlar kendi tarihçilerine sahip olana kadar avcılık öyküleri her zaman avcıları yüceltecektir..” demektedir. Bakalım aslanlar neler söylemiş?
• Vatandaşın, kul olarak, hemen hiçbir hakkının olmadığı bir ülkede vatandaşlık haklarından kopartılmış, dolayısı ile kendi özüne yabancılaştırılmış bir vatan hamaseti ile, hem vatandaşı keyiflerince sömürür hem de istedikleri savaşlara sürerler.. “bu vatan toprağın kara bağrında/ sıradağlar gibi duranlarındır” diye başlayıp, “hudutlarda gaza bayraklarından/ alnına ışıklar vuranlarındır..” diye devam eden şiirler yazarak “ey bu topraklar için toprağa düşen askere” seslenirler..
• Osmanlı zamanında “bedel” uygulaması vardır ve varlıklı ailelerin çocukları askere gitmemektedir. (bir bakıma şimdi de pek farklı değil!!!) Oğulları askere giden Anadolu kadını ise yüreği yanarak şöyle seslenir:
Yemen yolu çukurdandır
Karavana bakırdandır
Zengin olan bedel verir
Ölen giden fakirdendir
• Genç nüfus kırıldıkça sırayla, 17, 16 ve 15 yaşındaki çocuklar askere alınırlar.. analar bu kez şöyle seslenirler:
Mızıkalar çalınıyor
Asker olan gelsin diye
On yedili asker olmuş
Topluyorlar ölsün diye
• Ya da;
Gitme Yemen’e Yemen’e
Yemen sıcak dayanaman
Kalk borusu erken vurur
Sen küçüksün dayanaman
• Ya da yöneticiler sorgulanır:
Yemen bizim neyimize
Şivan düştü köyümüze
Bak yavrular yetim kaldı
Güvenmeyin beyinize
• Halk aslında aldatıldığının bal gibi farkındadır.. şöyle seslenir:
Kar mı yağmış Erzurum’un düzüne
Kül elendi ahalinin yüzüne
Kafir millet uydu Alman sözüne
Bahçede güllerin soldu Erzurum
• Halka yönelik aldatmacaya tepki ise şöyledir:
Seferberlik oldu gelin dediler
Üç günlük erzakı alın dediler
Gidin Erzurum’da ölün dediler
İşte böyle böyle hal, deli gönül
İster ağla ister gül, deli gönül
• Savaş öyle bir yıkımdır ki, anaların yüreği dayanamaz bin bir zorlukla büyüttüğü çocuklarının elinden alınmasına.. ve ağlayarak seslenir:
Eledim eledim höllük eledim
Aynalı beşikte bebek beledim
Büyüttüm besledim asker eyledim
Gitti de gelmedi buna ne çare
• Karadenizli, kendi dilinde, kendi kültüründe dert yanar:
Erzurumun dağlari yedun Maçkalilari
Kiminin yari ağlar kiminun analari
Dertliyim kederliyum her ne desan kanarum
Ey Zigana dağlari gördi mi sizi yarum
6. Hepsini almaya yerim yok.. siz de sabah sabah zor okuyorsunuz zaten.. bu kadar yetsin hafta başı için.. daha iç açıcı şeyler yazmak isterdim ama yazıdan etkilendim açıkçası.. bilmediğim bazı yeni şeyler öğrendim.. ama şu var: bu konu “analara” bırakılsa dünyada savaşlar azalır ve giderek de ortadan kalkar sanıyorum..
7. Son olarak; ABD Irak’a saldırırken düşündüğü gibi kuzey cephesini açabilse idi, yani o meşhur tezkere mecliste reddedilmese ve biz de ABD’nin kuyruğu olarak savaşa girip Müslüman müslümanı boğazlasa idik, toplumumuza savaştaki haklılığımızı anlatmak için, yine o hamasi şiirleri okuyabilecek miydik acaba?
26 KASIM 2006

Ülkemizin Son Otuz Yılı

1. 1990 yılı sonlarında, Irak Kuveyt’i işgal etti. Bunun üzerine, ABD’nin 22 ülke silahlı güçlerinden oluşturduğu müttefikler 1991 Ocak ayında Irak’a saldırdılar. Harekat sınırlı oldu. Irak Kuveyt’ten çekildi, ABD Saddam’ı devirmek yerine Irak’ın altyapı tesislerine büyük zarar vererek savaşı sona erdirdiler. Dünyada yeni bir sayfa açılmıştı. Baba Bush’un deyişiyle; “artık dünyada hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı..”
2. Yine 1991 yılında SSCB’nin çökmesiyle kapitalizm dünyayı kendi çıkarları doğrultusunda yeniden şekillendirmeye başladı. Bu kez bu iş savaşsız ve silahsız yapılacaktı. Çünkü “tarihin sonu gelmişti” o yıllardaki klasik söylemle.
3. Yeni ismiyle “küreselleşme” emperyalizmin tüm yeryüzüne, kendi kurum ve kurallarıyla yayılmasından başka bir şey değildi. Elbette ki bu durumdan en çok etkilenen ülkeler, ulus devlet nitelikleri devam eden gelişmemiş devletler olacaktı.
4. Geçmişte, “sömürgeci” dönemde hedef ülkelerde çok büyük kıyımlar yapılmış ve o ülkelerin tüm zenginliklerine büyük bir acımasızlıkla el konmuştu. Artık büyük kıyımlar yapmak yerine gelişmemiş ülkelerin zayıflıklarından yararlanarak, neredeyse o ülkelerin sömürgeci güçleri, bizzat kendilerinin davet etmesi söz konusu idi. Bütün planlar ve yapılanmalar buna göre şekilleniyordu.
5. Yıllara göre bir ayırım yapacak olursak, 1970’li yıllardan önce emperyal ülkeler hedef olarak seçtiği ülkelerde işlerine gelen sektörleri denetlemekte ve sömürmekte idi. 1980 sonrasında ise iyice vahşileşen emperyalizm, hedef ülkenin tüm kurumlarını ve varlıklarını kendi denetimine almak yolunu seçmişlerdir. Bu durumda bu tür hedef ülkeleri “sözde özgür” ülkeler dersek abartma yapmış olmayız sanırım.
6. 80’li yılların başında, hızla küreselleşen kapitalizm hedef ülkelerde kendisine yakın çevreleri kullanma sürecini başlatmıştır. Bu bağlamda, bizim ülkemizde Özal’ın kimliğinde kendi liderlerini bulmuşlardır. Artık ülkede hayata geçirilen her yeni uygulama dış ülkelere biraz daha bağımlı hale gelmek anlamına geliyordu. Bunu bu şekilde dile getirenlere ise, şimdi olduğu gibi o yıllarda da “bozguncu, servet düşmanı, dinozor, hatta komünist” gibi isimler veriliyordu.
7. Sonuçta 24 Ocak kararları uygulamaya kondu. İşin garip tarafı şudur bence. Gelişmemiş ülke yöneticileri olup-biten olguları dünya ölçeğinde değerlendirme yeteneğinden yoksundurlar. Bu nedenle kendilerine önerilen/dayatılan uygulamalara hep kurtarıcı gözüyle bakarlar, sonuçta ise battıkça batarlar. Bize önerilen yeni oyuncak “ekonomik serbesti” idi. TL devalüe edilerek dalgalı kura geçildi, faizler piyasa koşullarına terk edildi, Türk Parasını koruma kanunu kaldırıldı, ithalat her konuda serbestleşti ve biz tam bir tüketim toplumu olduk.
8. 1990 yılında dış borcumuz 49 milyar dolar iken, 97 yılı sonunda 93 milyar dolara çıkmıştı. Bugün ise 193 milyar dolardır. Bu sarmala girdikten sonra kurtuluş yoktur. Her gelen iktidar borç devraldığını söyleyerek borçlanmaya devam edecektir.
9. 12 Eylül’ün, ekonomi bilimi yoksunu generalleri hiçbir şeyin farkına varmadan bu sistemi desteklediler. 1989 sonlarında ülkenin ipi tam olarak çekildi ve “ticari serbestiden” daha da tehlikeli olan “mali serbesti” ye geçildi. Ülkenin son bağımsızlık kırıntıları da elden çıkmaya mahkûmdu artık.
10. 90’lı yıllardaki koalisyon hükümetleri (Çiller-Karayalçın) Avrupa’da bir ilke imza attılar ve ülkemizi AB üyesi olmadan gümrük birliğine soktular. Başta Avrupalılar bile buna inanmak istemedi ama 65 milyonluk dev bir tüketicinin üzerine balıklama atladılar.
11. 2000’li yılların başında silahsız işgal hemen hemen tamamlanmış ve ülke teslim alınacak hale gelmiştir. Artık en küçük bir olay bile ekonominin tepetaklak olmasına yetmektedir. Bu nedenle ülke borçlarının ödenmesini garanti altına alınmasını sağlamak gerekmektedir.
12. Kemal Derviş denen adam devreye sokulur. Her şeye rağmen, emperyal güçlerin önünde zaman zaman pürüzler çıkaran Ecevit ve benzeri bazı politikacılar vardır. Oysa arzulanan şey, dikensiz gül bahçesidir. Bir kez daha düğmeye basılır. Kapalı kapılar arkasında yapılan pazarlıklar sonucu ılımlı İslam denen modeli uygulamak üzere AKP devreye sokulur. AKP bünyesindeki güçler, 80 yıllık kin ve öfkeyle Cumhuriyete Batının düşündüğünden çok daha istekli bir şekilde saldırdı. Ülkenin temel kurumlarını ve kamu yönetim düzeni tahrip edilmeye devam ediliyor.
13. 1950’li yıllardan itibaren uygulanan yöntem başarıya ulaşmış, toplum iki anestezi (din ve tüketim) ile uyutulmuş ve istenen toplum düzeni (ya da düzensizliği) sağlanmıştır. Bunun adı “kontrollü istikrarsızlıktır.” İşin garibi, biz olup biten her şeyin kendi istek ve irademizle olduğunu sanıyoruz hala.
14. Ben ise yıllardır şunu çözemiyorum. Ülkenin başına bela olan uygulamaları yapan politikacılardan vefat etmiş olanlar, ya devlet mezarlığındalar ya da adlarına yapılan anıt mezarlarda yatmaktalar. Halen yaşamakta olup ileride vefat edecek olanlar da aynı şekilde, ya devlet mezarlığına defnedilecek ya da adlarına anıt mezarlar yapılacaktır. Ne biçim bir toplumuz biz yaa???
20 KASIM 2006

2007-02-09

Psikoloji ve Biz…

1.Psikologlar, bir insanın, tam bir kişilik bütünlüğüne sahip olabilmesi için aşağıdaki şartları sıralıyorlar;
•İnsan, yaşam planı yapabilmeli ve bu planı uygulamada başarılı olmalı,
•Kişiliğine katkıda bulunacak ve kendisimi mutlu edecek sosyal ilişkiler kurabilmeli,
•Pişman olma duygusuna sahip olmalı,
•Sorumluluk üstlenebilmeli,
•Sevme yeteneğine sahip olmalı,
•Yaşamında yeterince, sevecen tepkiler verebilmeli..
Bunlardan bir ya da daha fazlası eksikse, o kişi için “eksik kimlik sahibi insan” deniyor.
Farklı yaklaşımlarla tanıştıkça, ister istemez, kendimizi, yakınlarımızı, arkadaşlarımızı, giderek kendi toplumumuzu düşünüyoruz. Günümüz insanı tam bir yabancılaşma yaşamakta. Bizim insanımız; misafirperver, yardımsever, komşuluk ilişkileri gelişmiş insanlardı. 80 ’li yıllarla birlikte, bireyselleşmeyi, bencilleşme olarak algıladığımızdan olsa gerek, bu özelliklerimizi giderek kaybettik. Çekirdek aile kavramını da yanlış anladığımızdan, anne-baba ve çocuklardan oluşan, etrafı kalın duvarlarla çevrili kozalara hapsettik kendimizi. Varsa biz, yoksa biz” felsefesi yaşam rehberimiz oldu.
Son günlerde yapılan bir araştırmaya göre de, sağlıklı bir yaşam ve ilişkiler bütünü için, insan;
• Akılcı davranışlar sergileyebilmeli,
• Duygularını kontrol edebilmeli,
• Dayanıklı olabilmeli imiş.. Dayanıklılık elbette fizik ve ruh olarak dayanıklılık.
2. Bir de Freud var, farklı bir tanımla konuya katılan. O da, ruhsal açıdan sağlıklı olmanın, üç ölçütü olduğunu söylüyor. Çalışmak, sevmek, gülmek.
3. Başka biri kalkmış, olaya çok daha değişik bir yaklaşım getirmiş. Diyor ki; “Psikanalitik teori, doyurucu bir orgazm tadamayanların, derin bir aşk yaşayamayacağını söyler. Yasaklı bir toplumda kişiler arasında doygunluk ve sevgi yerine nefretin gelişme nedeni burada gizlidir.” 12 Eylül öncesi dönemde bu ülkede sağdan ve soldan her gün onlarca insan ölüyordu. Başta siyasilerimiz olmak üzere, insanlar kendileri gibi düşünmeyenlere kesinlikle yaşama hakkı vermek istemiyorlardı. Yoksa, bu cümlede de mi gerçek payı var?
4. Yine, analiz yeteneği gelişmiş biri; “korku varsa başka hiçbir duyguya yer yoktur” demiş. Bu yaklaşım da benim ülkeme uyuyor. Geçmişte korkularla yaşadık. Şimdi de öyleyiz. Soyut ve somut korkular egemen dünyamıza.
5. İnsanların birbirini anlayabilmeleri, birbirlerini tamamlayabilmeleri, değişikliklere uyum sağlayabilmeleri için, algı zenginliğine sahip olmaları gerekiyormuş. Bu ise erken yaş dönemlerinde verilen eğitimle gerçekleşiyor. Algı zenginliği beraberinde, dikkati toplayabilme, beklemeyi öğrenme, acele etmeden hızlı olabilme, gerektiğinde yavaşlayabilme, kendini kontrol edebilme ve plan yapabilip, uygulamayı getiriyor. Sanki, bunlarda da biraz eksiğimiz var gibi.
6. İşi iyice sadeleştirelim. Sağlıklı bir yaşam için istenenler; “şükret, işini sev, iyilik yap” olarak özetlenmiş. Sanırım, biz sadece şükretmeyi biliyoruz.
7. Kadın-erkek dengesi sağlam bir toplumda yaşamayan erkek ve kadınlar birbirlerini tam olarak anlayamazmış.
8. Kişi kendi yaşamında kendisini ciddiye aldığı ölçüde hak kazanırmış, ciddi işler, ciddi sonuçlar istemeye.
9. Bir ırkın ya da dinin diğerleri üzerindeki üstünlüğünü savunan bir ulus, zamanla psikolojik olarak işlevsizleşirmiş.
10. İnsan bir soyutlamayı, başka bir deyişle bir ideolojinin temsilcisini ikna edemezmiş hiçbir zaman.
11. Dünyada hiçbir şey kin beslemek kadar insanı yıpratmazmış.
12. Sonuç olarak, psikoloji bizim için fazla lüks galiba. Son verilere göre yaklaşık 350 milyar dolar iç ve dış borcumuz var. Ekonomimiz berbat, dış politikada dibe vurmuşuz, siyasilerimiz beceriksiz ve kişisel çıkarları ülke çıkarlarının önünde, ortalama okumuşluk oranımız dört yıl kadar, fen ve matematik bilimlerini sevmeyen bir insan tipimiz var. Önümüzde cumhurbaşkanlığı ve genel seçimler var. Ve ben sıradan bir vatandaş olarak, bu ülkede hep çaresizliği yaşıyorum.
Sağlıkla, sevgiyle kalın..

2007-02-08

İnsanlardaki Algılama Farklarının Olası Nedenleri

İnsan beyninin özellikle 2-12 yaş arasında bilimsel yöntemlerle eğitilmesi, yetişkinlik yaşamımızı doğrudan etkileyen bir eylemdir. Bu eğitim ile insanın algılama yeteneği geliştirilebilmekte ve dünya ve evreni tanımlaması elde edilen bu bilgilerle yapılabilmektedir. “Algılama” olgusuna, kısaca, “olayları ve dünyayı kavrayabilme yeteneği” diyebiliriz.
Bir örnekle açıklayacak olursak; geçmişte Milliyet Gazetesinin katkıları ile Türkiye’de ilk kez yapılan “Trafik Kazalarının Nedenleri” konulu panelin sonuç raporunda çarpıcı bir tespit vardı. Trafik kazalarında dünya birincisi olmamızın ana nedeni olarak “Türk insanındaki algılama yetersizliği” gösteriliyordu.
Algılama yetersizliği. Gerçekten ilginç ve yerinde bir tespit. Hangi konuya uygularsanız uygulayın “cuk” diye oturuyor. Ortalama 4,4 yıl eğitim almış bir yetişkinin yapacağı tüm yanlışlıklar için kullanılabilecek bir gerekçe. (Elbette ki hafifletici bir gerekçe değil. Yetişkin nüfus için ülkemizde 4,4 yıl olan ortalama okumuşluk oranı A.B.D.’de 11.8 yıl, Japonya’da yaklaşık 13 yıl, Avrupa’da ise ortalama olarak 11-12 yıldır. Bu konuda gelişmiş ülkeleri yakalamak için neredeyse bir yüzyıldan fazla zamana ihtiyacımızın olması korkunç bir gerçek. Sadece bu örnek bile gelişmiş ülkelerle, gelişmekte olan ülkelerin arasında ne denli kapatılamaz bir uçurum olduğunu gösteriyor aslında.) (2002 yılı verileri olarak; yetişkin nüfusun ortalama okumuşluk oranı için, kadınlarda % 3.1, erkeklerde % 5.7, ortalamada ise % 4.4 rakamı verildi, ancak resmi açıklama henüz yapılmadı.)
Böyle olunca da algılama yetersizliği birçok olayı açıklamaya yarayacak bir sihirli neden durumuna geliyor. Trafikteki kaza şampiyonluğumuzun en önemli iki nedeni “aşırı hız ve hatalı sollama.” Her iki konuda da insanımız birkaç saniye sonra meydana gelecek olan olayları tahayyül edemiyor. Sosyal yaşamın diğer alanlarına ait konuları tahmin edemediği gibi. Olacakları kestiremeyince de bilim ve mantık dışı bir yaşam tarzı ve kabulleniş ortaya çıkıyor. Daha da kötüsü ülkedeki her şey bu 4.4 yıl eğitim almış insanlara göre şekilleniyor. Tüm değer yargıları bu düzeydeki kültür esas alınarak oluşuyor.
Medya onlara göre şekilleniyor, siyaset onlara göre şekilleniyor, her tür eğlence kültürü onlara göre şekilleniyor, toplumsal idoller onlara göre şekilleniyor, her şey, ama her şey onlara göre şekilleniyor. Bu kültürle yetişmiş olan bir medya mensubu da rahatlıkla; “ne yapalım halk böyle istiyor” basitliğine sığınabiliyor. Sonra da Batılı insanlar bazı düşünce ve eylemlerimizden dolayı bizi suçladıkları zaman onlara kızıyoruz. Onlarla hiçbir konuda birbirimizi anlamamız mümkün değil oysa. Yaşamı, dünyayı, evreni, kısaca her şeyi algılayış ve kabulleniş biçimimiz taban tabana zıt çünkü.
Birkaç yıl önce Finlandiya’da bir banka soygununda soyguncular iki polis memurunu öldürmüşlerdi. Birincisi, ülkede ikinci dünya savaşından bu yana ilk banka soygunu yapılmış. İkincisi soyguncular Finlandiya vatandaşı değil. Sonuçta olay üzerine Finlandiya’da üç günlük bir yas ilan edildi, üç gün boyunca bayraklar yarıya indirildi, ülkede yaşam durdu. Başta Cumhurbaşkanlarının katılımı olmak üzere, ülkede inanılmaz bir cenaze töreni düzenlendi. Sebep: iki polis memuru öldürüldü. Finlandiyalı bakanlar zaman zaman uluslararası kurumlarda görev alıyor ve belki de ülkemiz hakkında fikir yürütmek, karar oluşturmak durumunda kalıyorlar. Tanrı aşkına! Bu insanlar bizi, bizim de onları anlamamız mümkün olabilir mi?
Matematik, fizik, kimya, biyoloji, coğrafya vb. temel bilimlerden uzak toplumların sorun çözme yöntemleri geleneksel ve dinsel öğreti ağırlıklı olur. Bu toplumların eğitim diye aldıkları da zaten dinsel ağırlıklı ve mistik bilgilerden ibarettir. Bilgiler yazılı olarak değil, nesilden nesile sözlü olarak aktarılır. Bu nedenle yaşlılar hep gereğinden fazla saygındır. Ve sanıyorum verilen bu eğitimle yetişen bireylerin meydana getirdiği toplumların en belirgin yanı da, bu toplumlarda sorgulama diye bir kavramın olmaması ve her şeyin, doğa olayları dahil, büyük bir tevekkülle ve başka türlüsünün olamayacağı yargısıyla, karşılanmasıdır.
Böyle olduğu halde öylesine bilinçli bir propaganda yapılır ki; topluma verilmiş olan yanlış bilgilerden meydana gelen kolektif bilincin çok bilimsel olduğu herkese kabul ettirilir. İşte bu nedenle bu toplumlarda “hoşgörü ve sevgi” hep eksiktir ve bunların eksikliği hep hissedilir.
Ama benim ülkemde bu oyun öylesine mükemmel oynanmıştır ki; Osmanlının yüzyıllarca medreseler aracılığı ile öğrettiği dinsel bilgi ve hurafeler bize “bilim” diye anlatılmıştır. Şüphesiz asıl tehlikeli sonucu doğuran şey, bu öğreti ile birlikte sorgulamanın yasaklanması, dahası sorgulamanın “günah” olduğunun topluma kabul ettirilmesidir. Ama bunun sonucunda 600 yıllık imparatorluktan geriye, bir-iki kırıntı dışında, bilimsel anlamda hiçbir şey, ya da bir tane bile kitap kalmamış, dünyaya, belki de Piri Reis dışında, bir tek bilim adamı hediye edilememiştir. (Onun da Padişah fermanı ile kellesini kesmişiz..)
Yine bunun kaçınılmaz bir sonucu olarak kendi doğrularını dünyanın merkezi sanan bir toplum olup çıkmışız. Başka türlüsü de olamazdı. Çünkü Osmanlıda bugünkü anlamda “bilimsel” bilgi yoktu. Böyle olunca da toplumun kolektif bilinci ve toplumsal öğretilerinin, hiçbir sorgulamaya tabii olmaksızın, duygusal temeller üzerine kurulması kaçınılmazdır. Bu toplumdaki bireylerin kararları da zorunlu olarak duygusal olacak, dahası kendileri gibi düşünmeyen diğer toplumları (bu arada kendi ülkesindeki diğer toplum katmanlarını da) anlayışsızlık ve bir adım daha ileri giderek “hainlikle” suçlayacaktır. En acı ve tehlikelisi de; böylesi ülkelerde “devlet” denen dev aygıt kendi insanlarını da “benden olanlar” ve “benden olmayanlar” diye ikiye ayırır. Konuyu anlamaya yardımcı olması bakımından, psikolojideki “yapılandırıcı bellek” diye kavramından söz etmek istiyorum.. tam olarak anlatımı biraz zor ama şunları sıralayabiliriz tanımlama kolaylığı bakımından :
• Belirli bir kültürde ve belli etkilerle yetişen bir insan, kendisine öğretilen, eski deyimle “belletilen” konuları bir mantık süzgecinden geçirmeksizin kabul eder ve bu bilgiyi toplumun diğer üyeleri ile paylaşmak ister,
• Bu olguya toplumla aynılaşmak isteği de diyebiliriz.. çünkü “aykırı ve itaatsiz olmak” zor ve zahmetli bir iştir..
• Bu suretle oluşan kültür, hangi durumda neyin nasıl yapılması gerektiğini, hatta ne zaman nelerin söyleneceğini bize dikte ettirir,
• İnsan belleğinin bu özelliği ise bazen bize şöyle zarar verir: bir olayı zihnimize yerleştiririz.. bu olayı, her hatırlama veya anlatışta / başkasına aktarmada doğruluğuna içtenlikle inanır ve aktarırız.. işte bu benimseme, gerçekte doğru olmayan bu olayı, belleğin zaman içinde farklı biçimde yapılandırması sonucunu doğurur.. artık öyle bir hale geliriz ki; mantık/akıl yürütme/düşünme gibi tüm filtreler devreden çıkmıştır.. zaten bu aşamada tutuculuk ve fanatiklik başlar..
• Yani.. halen gelişmiş ülkelerde inceleme konusu olmaya devam eden bir “köy enstitüleri” olayına “komünist yetiştiriyorlar” diye öyle bir damga vurulur ki, aradan asırlar da geçse bu yargıyı değiştiremezsiniz..
•Oysa, dış güçler ve yerli işbirlikçiler ellerini oğuşturmaktadırlar ülkem daha bir gerilere itildi diye..