2007-06-05

İNSANIN DÜŞÜNCELERİNİN GARİPLİĞİ

Yalnızca bize ait olan bazı düşüncelerimiz olabilir mi acaba? Hiçbir toplumsal baskı ve önyargının şekillendirmediği, değiştirmemiş olduğu, özümüze, kendimize ait düşünce ve gerçeklerimiz? Yoksa her şey bir yanılsama mı? Kendimizi paralarcasına, hatta kimi zaman toplum dışına itilmeyi göze alırcasına savunduğumuz inançlar sistemimiz bile bizim dışımızda oluşmuş da, yoksa biz onların bize ait olduğunu mu sanıyoruz? Bilmiyorum. Şu an hiçbir etki altında kalmamaya çalışarak, İNSANA ait olduğuna inandığım olgularla boğuşmak ve onları şekillendirerek bir sonuca ulaşmak istiyorum.
1. Nasıl yaşamak istiyoruz?
a. Kesinlikle hiç kimseye GÖRE yaşamak istemiyoruz. Gerek meslek yaşamımız, gerekse özel yaşamımız için geçerli bu kural bu. Tüm seçimlerimiz yalnızca bize ait olmalı. Meslek yaşamımızın önemli bir bölümü için bu zor. En azından emekli olana kadar herkes bu duruma katlanmak zorundadır. Özel yaşamımız için ise daha başka bir yığın kural var; evliliğimiz var, çocuklarımız var, birinci kuşak tanıdıklarımıza, yani en yakınımızda olan kişilere karşı bir takım görevlerimiz, sorumluluklarımız var. Onun ötesinde evli isek, toplumun bize yüklediği birtakım rol davranışlar var. Kabul, bunlar bizimle birlikte olmak zorunda olan gerçeklerimiz.. Hiç kimse zorlamasa da, çoğumuz bunları yerine getirmeğe hazırız. Ama, sorun o ki; “yerine getirmek” fiilinden herkes farklı bir şey anlıyor.
b. Özgürlük düşüncesinin ve kavramının, farkında olalım ya da olmayalım kişiliğimizin bir parçası olduğunu sanıyorum. Bu noktadan hareketle, her şeyin dışında ve ötesinde hepimiz eninde sonunda kendimize ait bir yaşam istiyoruz. O yaşamda her şey ve tüm kararlar bize ait olmalı. Birlikteliklerdeki kırılma noktası bu galiba.. Sürekli olarak birlikte yaşayan insanların kendilerine ait bir yaşamları yok. Her şeyi birbirlerine göre yapmak zorundalar. Tüm ahlak anlayışları, moral değer tanımlamaları, etik değerleri, her şey ama her şey karşıdaki insanla aynı olmak, en azından örtüşmek zorunda. Belki, tarihsel sürecin, milyonlarca yıllık genetik kodlamanın bir sonucu olarak, kadınlar –en azından büyük çoğunluğu- buna hazır ve razıdırlar. Ama erkekler kesinlikle bu düşünceye yatkın değiller diye düşünüyorum. Sonuçta, örneğin ben, ortak yaşam alanlarının dışında, bütünüyle bana ait bir yaşamım olsun istiyorum. Eşim, çocuklarım ve çevremdekilerle neleri, nasıl paylaşacağıma kendim karar vermeliyim. Aslında buradaki esas özne insanın EŞİ oluyor. Bu konudaki sınırlama isteği ve hatta zorlama büyük ölçüde eşlerden geliyor çünkü. Bu arada dünyadaki kadınların çok büyük bir çoğunluğunun, bazı konularda ortak genetik özeliklere sahip olduğuna, ortak tepkileri olduğuna, hangi coğrafyada ve sosyal konumda olurlarsa olsunlar, bazı konularda inanılmaz bir benzerlikte davranışlar sergilediklerine inanan bir insanım. Ama şu kesin. Her şeyi eşim ve çocuklarımla, ya da alışılmış düzen içindeki kişilerle paylaşmak zorunda olmak istemiyorum.
c. Büyük bir çoğunluğun toplumla uzlaşma noktasında da sıkıntıları var. Siz belli bir birikim ve donanıma sahipseniz, toplumun birçok kural ve dayatmasının çok ilkel düzeyde olduğunu hissetmeniz kaçınılmaz bir şey. Ya ilkokul düzeyinde yaşayacaksınız ya da birçok konuda toplumun dışında kalacaksınız. Birincisi kolay, ikincisi zor bir yaşam tarzı. Ama üçüncü bir seçenek hiçbir şekilde yok.
2. Bu noktada gerçek duygu ve istekler nelerdir o halde?
a. Sanırım buradaki yönlendirici dürtü “cinsel” olanlar. (İnsanı yaşamı boyunca yönlendiren iki temel dürtünün “cinsel ve ekonomik dürtüler” olduğu kabulü ile...) Çünkü toplumun büyük çoğunluğu, uç ve karşılanamaz ekonomik istekleri olmayan kişilerden meydana geliyor. Başka bir tanımla; insanların çoğunluğu, uygun koşullar sağlandığında “kolay insan” olabiliyorlar. Geriye cinsel dürtülerle şekillenen isteklerimiz ile ait olma duygusunun tatmini kalıyor. Bu toplumda ait olma ile ilgili bir sorun olduğunu sanmıyorum. Yanlış yönlendirilse bile karmaşık bir ait olma refleksimiz var çoğumuzun. Geriye cinsel olanlar kalıyor. Elbette ki cinsel dürtüden kastım yatıp sevişmek değil, temelini cinsel dürtülerin teşkil ettiği her şey. Bunun yanı sıra sanırım, ısrarla istediğimiz bir şey de, sorunsuz, tartışmasız, kavgasız, gürültüsüz yaşama isteği.
b. Peki insanlar bunu neden başaramıyor? (İnsanlar demekle, bu ülkede yaşayan 15 milyon 250 bin ailenin ezici bir çoğunluğunu kastediyorum..) Aslında soruyu sorarken cevabım, kendi çözümlerim ışığında, hazır belki de.
(1) Bütün dünyada, tüm kültürlerle ve tüm coğrafyalarda kadının çocukluktaki etkilenme ve motivasyonu ile erkeğinki arasında büyük farklar var. Erkek mükemmel bir özgüvenle donatılarak yetişkinliğe hazırlanırken, kız çocuğu inanılmaz baskı ve korkutmalarla yetiştirilir.
(2) Bu baskılama, kız çocuğunda, erkek kardeş ve babaya karşı gizli bir hayranlığın ve yerinde olma isteğinin yanı sıra, bir hınç ve öfke duygusunun gelişmesine de neden olabilir.
(3) Ezilen ve aşağılanan kız çocuk zaman zaman erkek çocukla didişse de, bütün toplumlarda otorite olarak kabul edilen babaya karşı hiçbir şey yapamaz, hiçbir tepkisel eylem veya başkaldırıda bulunamaz.
(4) Ve bu duygularla yetişkinliğe ulaşır. Evlenir. Artık, göreceli bile olsa belli oranlarda erkekle eşit olduğu bir kurum söz konusudur. Ve nihayet bazı duyguların doyurulması saati gelmiştir. Yavaş yavaş kontrolü ele alma girişimleri başlar. Eşi ve çocukları tarafından -şiddetle karşılanmadığı her alanda- kendisini ilgilendirsin, ilgilendirmesin, anneler her konuya taraf olmaya, giderek yönlendirici olmaya başlarlar.
(5) Taraf ve yönlendirici olmak, ne pahasına olursa olsun, kendi isteğini gerçekleştirmek tutkusuna dönüşür. Evde yaşayan herkese karşı her alanda tahakküm etme arzusu başlar. Erkek başlangıçta aldırmaz. Çünkü kendi egosunu tatmin için bunlara ihtiyacı yoktur. Kadının yaptıkları nasılsa kendi egemenlik alanlarında bir daralmaya neden olmayacaktır. Ama tam söyleyiş şekli ile, kazın ayağı hiç de öyle değildir. Egemenlik ve hareket alanı giderek daralmaya başlar ve sonunda köşeye sıkışır. Çünkü bu noktada kadın saldırgandır. Köşeye sıkıştırıldığını anladığı andan itibaren de mutsuzluk ve sürtüşme başlar. Burada çözemediğim konu, kadının bu yaptıklarında, elde etmeyi düşündüğü “söz sahibi olma” eyleminde, bir sınır koymaması ve bir noktaya gelindiğinde bununla yetinmeyişi. Belki de insandaki iktidar hırsının bir yansımasıdır bu. Ama hiç kimse, yaşamında, bir çaba sarf ederek, ele geçirdiği ve kendi yararına olan bir mevziiyi başkaları yararına –bu eşi ve çocukları bile olsa- terk etmek istemiyor. Bu da iktidar hırsı ile bağlantılı.
(6) Kadın bunu algılayamaz mı peki? Yani bir noktada durması gerektiğini düşünemez mi? Bence kesinlikle hayır. Böyle yaşamak onun yaşam şeklidir çünkü. Mutlaka bir rakip olacak yaşamında kadının. Kadınlar didişecekleri bir rakip olmadığında kendilerini boşlukta gibi hissediyorlar. Bu onların yaşam enerjisi gibi bir şey.
(7) Suçun çoğunluğunu kadınlara yükleyerek erkeklere belli bir ayrıcalık yaptığım gibi bir durum çıktı ortaya. Sosyolojik olarak; geri kalmış bir toplumdaki tüm ilişki ve kurumların geri kalmak zorunda olduğunun bilincindeyim. Bu nedenle anlatmaya çalıştığım süreçte kadınlar kadar erkeklerin de payı olduğunu da teslim etmem gerekir.
b. Konuyu dağıttım. Konu; insanın gerçek duygu, düşünce ve istekleri idi. Sanıyorum şunu söyleyebiliriz. Kadınların erkek karşısında, evlendikten sonraki abartılı duruşları, sorunları yaratan etken oluyor. Hiç kimse evliliği eşit koşullarda yaşanacak, üst düzeyde paylaşımın olacağı bir birliktelik olarak görmek istemiyor. Uygulamada ne yazık ki, güçlerin çarpıştığı ve eşitlik yerine bir tarafın üstünlüğünün kesin olarak kabul edilmesi gereken bir durum söz konusu. Böyle olunca da taraflar günün birinde, içlerindeki çocuğun sesine kulak verip, “daha fazla özgürlük” diyorlar.
c. Daha fazla özgürlük bu koşullarda nasıl kullanılacak? Sanıyorum sorunun düğüm, aynı zamanda taraflar istiyorlarsa eğer, çözüm noktası burası. (Tarafların bugüne kadar bu konuda çözüm odaklı düşündükleri hiç görülmemiştir. Hiçbir şekilde ne erkek, ne de kadın karşıdakinin daha fazla özgürlük isteğini anlayışla karşılamamış ve tek bir cümle ile özetlemiştir: “Anlaşıldı sen benden bıktın! O halde canın cehenneme..”) Memeliler arasında en mükemmel olarak nitelense de, insan beyni birçok noktada henüz tam bir mükemmelliğe ulaşamamıştır. İnanılmaz bir biçimde ben-merkezci bir çalışma sistemine sahip olduğu, sahibinin tüm olumsuz yanlarını görmezden/anlamazlıktan gelecek şekilde bir çalışma planına sahip olduğu ve bu yönde savunma refleksleri geliştirerek kendisini yanıltmaya yatkın olduğu bilinen yönleridir. Yani taraflar birbirlerine anlayışla yaklaşmak yerine silahlarını çekerek, savaşmaya başlarlar. Oysa yaşam, zamanımızı kişilik mücadeleleri ile tüketemeyecek kadar kısa! Ama bu gerçek 40’lı, hele 50’li yaşlara gelinmeden anlaşılamıyor. Anlaşıldığında ise, şarkılardaki gibi söylemek gerekiyor: “vakit çok geç..”
d. O zaman bazı filmlere konu olan, kimi insanlar için de bunu yapanları aşağılayan tarzda alaylara neden olan, geç kalmış olmanın telaşı başlıyor. Yaşam koşullarının elverişsizliği, yüzünden, parasal yetersizlikler yüzünden, ONLARA GÖRE YAŞANMAK ZORUNDA OLUNDUĞU İÇİN ertelenen her şey yaşanmak istenmeye başlıyor. Bazı durumlarda gerçekten abartılı yaklaşımlar olmuyor değil. Ama sonuçta insan, yaşamının ellerinin arasından kayıp gittiğini gördükçe telaşlanıyor. Belki de tarafların karşılıklı olarak başlayan saldırganlıklarının temel nedeni de budur. Ama zor olan ve işi çözülmez hale getiren şey, tarafların bu olguyu hiçbir şekilde kabul etmeyerek “suçlu” olarak hep karşıdakini hedef göstermesi. Böyle olduğu için de insanlar kendi yarattıkları cehennemlerde yaşamaya devam ediyorlar.