2009-01-07

FARKLI BİR GEZİ YAZISI

Çok büyük bir gece kulübü salonu..
Sahneye davul-zurna çıktı.. ortama göre biraz şaşırtıcı..
Üstelik, hepimizin bildiği halay havaları çalıyor.. ortam çok tanıdık..
Ağırlıklı olarak genç kızlardan meydana gelen en az otuz kişilik grup halay çekmek üzere piste çıktılar..
Arada bir “zılgıt” sesi geliyor kadınlardan birinden.. grup daha bir coşuyor..
Gözlerinizi kapatıp kendinizi Adana’da bir düğünde hissedebilirsiniz.. (ben Adana’lıyım ve her şey bizim oralardakine çok benziyor..)
Oysa bu çok büyük gece kulübü salonu, Stockholm (İsveç)-Tallinn (Estonya) arasında hergün gidip-gelen o devasa boyutlardaki gemilerden birisinin salonu.. gecenin ismi “Oryantal gece-Süryaniler gecesi”.. sahnedeki insanların hemen hepsi süryani..
Bizim (!) müziğimizle, en az bizim kadar büyük bir coşkuyla halay çekip, oyunlar oynuyorlar.. 1970’li yılların başından itibaren, bilerek ya da bilmiyerek, hepimizin ucundan-kıyısından ortak olduğumuz. “ya sev ya terk et” politikası/düşüncesi benzer politikalar sonucunda oluşan büyük baskılarla ülkemizden göç etmek zorunda kalan insanlar bunlar.. şu an sağlıklı bir yorum yapmam çok zor ama biliyorum ki, ben o insanların yerinde olmak istemezdim.. sahnedeki süryani şarkıcının Süryanice/Aramca söylediği, bizim o bildik “hopa şına şınanay şınanay nay, şınanay yavrum şınanay nay” şarkısının nakarat kısmını Türkçe olarak, öyle bir bağırarak ve hüzünle söylüyorlardı ki, etkilenmemek mümkün değil..
İnsanları birleştiren en büyük olgunun dil ve ortak geçmiş olduğunu bir kez daha anladım bu olayla.. ve kim ne derse desin, kim beni ne tür bir düşünceyle suçlarsa suçlasın, ülkemin yöneticilerinin, Cumhuriyet’ten bu yana, zaman zaman yaptıkları hatalarla, kültürel mozayiğimizi teşkil eden farklı grupları ülkeden ayrılmaya zorlamaları (ermeni tehcirini kast etmiyorum..) pek de insani bir yaklaşım olmamış, diye düşünüyorum ben..

Üçhaftalığına İsveç’e geldik.. Stockholm’de kalıyoruz.. ilk hafta Baltık ülkelerine bir gezi yaptık.. araba kiralayarak, Estonya, Letonya ve Litvanya’yı gezdik.. nüfusları sırasıyle 1.3, 2.4 ve 3.5 milyon bu ülkelerin..
Nedense hepimizde, küçük ülkeleri, “bizim Konya vilayetimiz kadar..” ya da “bizim bir şehrimiz kadar bile nüfusu yok..” gibi yaklaşımlarla küçümsemek adeti var.. oysa zaman zaman bu ülkerden bile borç alan bir ülkeyiz.. her biri, kişi başına düşen yaklaşık 15.000 dolar ulusal gelirleri ile birer refah ülkesi..
Bazan istemesek de, zihnimizi sürekli meşgul eden bazı düşüncelerimizin saplantı haline gelmesini önleyemiyoruz.. gezi amaçlı gittiğim yabancı ülkelerde, gözlemleyebildiğim ve o ülkeyle ilgili olarak öğrendiğim her bilgiyi kendi ülkemdeki uygulamalarla karşılaştırıyorum ister istemez.. saplantılardan kastım bunlar..
Elbette ki, bazı konuların kıyaslanamayacağının farkındayım ama bir toplumda insanlar arasındaki genel ve günlük iletişimin ve birbirlerine davranış şeklinin toplumun sevgi potansiyelini meydana getirdiğini biliyorum.. böyle olunca da insanların birbirlerine nasıl davrandıklarına bakıyorum.. sokakta, trafikte, kaldırımda yürürken, lokantada, genel olarak açık ve kapalı alanlarda, müzede, trende otobüste, her tür toplu taşıma aracında, kısaca her yerde, insanlar nasıl davranıyorlar birbirlerine acaba? Bizden farkları ne? Olumlu anlamda bizden farklı iseler bunu yaratan parametreler nelerdir? Bunları irelemeden edemiyorum..
1. Bu insanlar bizden daha zeki olabilirler ama daha akıllı olduklarına inanmıyorum.. zekayı, dünyayı ve evreni kavrama, aklı dünyayı ve yaşamı yönetme olarak ele alırsak, belki de akıllı olmalarına bile gerek kalmayacak şekilde içinde bulundukları sistem onların yaşamlarını kolaylaştıracak her türlü önlemi alıyor diyebiliriz.. böyle olunca da günlük yaşamlarında bizim gibi boğuşacak konuları kalmıyor..
2. Belki de 1. madde olarak yazmam gereken şey ise; batı ülkelerinin tarihlerinde bulunan lekeler ve -bizim ölçülerimize göre- utanılacak durumlardır.. bugün dünyada halen gözyaşı döken ve acı çeken hemen herkesten batılı ülkelerin sorumlu olduğuna inanıyorum.. öte yandan batılı ülkelerin bu tutumlarında, acı çeken insanların ve ülkelerin bizzat kendi yöneticilerinin payı olduğu da bir gerçek.. sonuçta onlar, kendi ülkelerinin bekası ve rahatı için her şeyi, en acımasız şeyleri bile gözlerini kırpmadan yapıyorlar.. ve ilgili ülkelerden de destek görüyorlar.. biz de, onların bizi yönetmesine/ yönlendirmesine izin vererek, en az onlar kadar suçlu değil miyiz acaba?
3. Bizim enerjimizin inanılmayacak kadar fazla bir kısmı “çocuklarımızın geleceğini garanti altına alacak bir okul bulmaya” gidiyor..önce iyi bir anadolu lisesi, sonra da bir üniversite.. dünyada çocukları için bu konuda bizim kadar özveride bulunan bir toplum var mıdır merak ediyorum.. oysa bu konu onların umurunda bile değil.. çünkü sistem her şeyi düşünmüş.. inanmayacaksınız belki ama İsveç’te devlet master ve doktora yapacak eleman bulmakta zorlanıyor.. bu nedenle ilanlarla öğrenci arıyor..
4. Burada dikkati çeken başka bir konu, insanların hiç aceleleri yokmuş gibi davranmaları.. herkes her yere rahat ve yavaş hareketlerle gidiyor.. ister yaya, ister araba ile olsun, yavaşlar.. kimse birbirini itip kakmıyor.. bizim aceleciliğimiz ve bir yerlerde birilerini birkaç dakika beklemek zorunda olduğumuzdaki agresifliğimiz temelde, insana olan sevgisizliğimiz ve saygısızlığımızdan kaynaklanıyor.. başta kendimiz olmak üzere, biz hiç kimseyi sevmiyoruz.. sevme konusunda problemimiz var.. ülkemizi sevmiyoruz, insanımızı sevmiyoruz, kendimizi sevmiyoruz.. bizim aceleciliğimizi gören bir yabancı bizim acaip üretici bir toplum olduğumuzu sanır.. oysa, bir feleket olsa ve Türkiye bir günde sular altında kalsa, dünyanın hiç umurunda olmayacak bu olay.. çünkü dünyaya vazgeçilmez şekilde sunduğumuz ve eksikliği hissedilecek hiçbir şeyimiz yok ne yazık ki..
5. Eğitim ile insanlara olumlu davranış kalıpları kazandırılır.. bir de vatan ve insan sevgisi.. her gelen iktidarın, eğitim sistemini kendi görüşleri doğrultusunda değiştirdiği bizim gibi geri kalmış toplumlarda ise, insanlar, ne doğru dürüst olumlu davranış kalıpları edinebiliyor ne de ülkelerini sevmeyi öğrenebiliyorlar.. sonuçta ise şimdiki insan profilimiz çıkıyor ortaya.. birbirine tahammülü olmayan, birbirini hiçbir şekilde hoş göremeyen, karşıdaki kendisi gibi düşünmüyorsa, onun yok edilmesine bile ses çıkarmayan insanlar..
6. Akıllı ve mantıklı bir insanın düşünebileceği her şey düşünülmüş burada.. öncelikle her şey insana yönelik, insanın daha rahat, daha sorunsuz yaşamasına yönelik.. sistem ya da devlet denen aygıt her şeyi düşünmüş vatandaşı adına.. bunların hemen hiç birisine “ne kadar saçma” diyemiyorsunuz.. ancak şu da var.. her yerde bir disiplin ve hiç kimseyi ayırt etmeksizin, acımasızca uygulanan ceza sistemi var.. örneğin, farklı çöplerinizi nerelere atılacağı belirlenmiş.. belirlenen yerlerin dışına kesinlikle atamıyorsunuz.. atılan her cins çöp geri dönüşüm yöntemleri ile kazanılıyor.. belki de bu ülkeler böyle zengin oluyorlar..
7. Arabanızı nereye park edeceğiniz belirlenmiş.. park yerine giriyorsunuz, ne kadar kalacaksanız makinaya paranızı ödeyip makbuzu camınıza koyuyorsunuz.. sizi denetleyen bir birim yok.. ama kazara kestirdiğiniz makbuzda belirtilen süreyi geçerseniz ve bu durum, arada bir denetim yapan görevli tarafından saptanırsa allah yardımcınız olsun.. aynı şey her tür toplu taşıma aracını kullanırken de geçerli..
8. Büyük bir alışveriş merkezinden bir şeyler alıyorsunuz.. iki yöntem var ödeme için.. biri bizim bildiğimiz, kasaya yanaşıyorsunuz, kasiyer malzemelerinizi cihaza okutuyor, nakit ya da kartla ödüyorsunuz.. ikinci yöntem; barkot okutmayı bizzat sizin yaptığınız, tartılacak yiyecekleri tartıp, makinaya her tür tanıtımı sizin yaptığınız, çıkan rakamı da kredi kartıyla ya da peşin yaptığınız ödeme şekli.. yani kasiyer devreden çıkmış.. sizi denetleyen var mı? Hayır.. yardım isterseniz yardım ediyorlar işlemler için sadece.. yani sistem insana güven üzerine kurulmuş.. ve inatla, insan ne tür sahtekarlıklar yaparsa yapsın, güvenmeye devam edeceğini deklare ediyor..
9. Sistem yani üstyapı öylesine güçlü ki, sisteme dışarıdan giren herkes uyum göstermek ve konmuş olan kurallara uymak zorunda.. aksi halde akla zarar cezalarla karşılaşıyorsunuz.. 60’lı yıllarda tüm dünyada yaşanan “köyden kente göç” olayında da aynı gerçek söz konusu olmuş.. Ankara’ya, İstanbul’a gelen köylü kendi altyapısı ve kültürünü devam ettirmiş geldiği yerde.. üstelik kent kültürünü de kendisine uymaya zorlamış ve kentlerimiz de köy özelliğini kazanmış.. oysa batı kültüründe yukarıdaki olay tekrarlanmış ve kente gelen köylü kent kurallarına uyarak kentlileşmiş..
10. Kaldırımlar, tretuvarlar inanılmaz şekilde eski ama sağlam.. her gittiğim ülke ve şehirde kaldırımları incelemek bende saplantı haline geldi..insanların kullanımına açık her şey gibi güzel, sağlam ve işlevsel.. bir kaldırımda olması gereken her şey düşünülmüş.. herbiri en az 40-50 yıllık.. ülkelerin zenginliklerine bir katkı da bu durumda yatıyor.. çok kullanılan şeyleri çok sağlam yapıyorlar ve çok az para harcamış oluyorlar böylece.. oysa bizde iktidarların yandaşlarına en kolay rant aktarma olayı haline gelmiş bu durum..
11. Şehirler sessiz, insanlar sessiz, trafik sakin, korna sesi yok.. her yerde bir sakinlik söz konusu.. batı insanı, başka ülke insanlarına olan acımasızlığını, bu dinginlik içinde dengelemeye çalışıyor sanki..
12. Sonuçta, sayılabilecek her tür farklılık, onların daha rahat, daha huzurlu ve sakin yaşamalarına olanak sağlıyor.. uygarlık denen kavramın, belki de en kısa tanımı, “karşılıklı saygı ve huzur içinde yaşamak” tır.. biz buna çok uzağız ne yazık ki..

KORKULARIMIZ

Cumhuriyeti kuran kadronun, o yıllarda bir iç düşmana ihtiyaçları var mıydı bilmiyorum ama bir iç düşmanın varlığının, kolay yönetim taraftarı yöneticilere her zaman, çok güzel bir seçenek oluşturduğu yadsınmaz bir gerçektir.. böylelikle, kriz dönemlerinde ve yönetim hatalarından kaynaklanan her olayda, kitlelerin dikkati başka yönlere çekilebilir ve içerideki başarısızlıkların üstü örtülebilir.. bütün geri kalmış ülkelerde uygulanan bir yöntemdir bu.. işin acı tarafı sadece bu olgu bile ülkenin geri kalmışlıktan kurtulmasını engelleyen çok güçlü bir parametredir..
Atatürk zamanında ve sonrasında Atatürk çapında bir ikinci adamın (!) olmayışı (yani ben böylelikle İ.İnönü’yü ikinci adam olarak kabullenmediğimi de söylemiş oluyorum..) daha 1930’larda bile yöneticileri iç düşman arayışına itti ve iç düşman ya da iç düşmanlar yaratıldı..
Bu durum ülkeyi dikensiz gül bahçesi olarak yönetme isteğinin yanında, belki de bir düşmanımız olmadan yaşayamaz oluşumuzun da bir parçasıdır.. insan çözümlemesi yapan ünlü psikologlar, sonuçta insanı belli güçlü merkezlere sahip bir memeli olarak da tanımlıyorlar.. yani çoğumuz bir merkezimiz olmadan, bu merkezin bize sağladığı enerji olmadan, yaşama pek de sıkı sarılamıyoruz bu kurama göre..
Eş merkezli oluyoruz örneğin.. her şeyin merkezine eşimizi koyup dünyayı ve evreni bu merkeze göre değerlendiriyoruz.. anne merkezli, iş merkezli, çocuk merkezli oluyoruz.. ama bazan da çok güçlü bir dürtü olarak “düşman merkezli” oluyoruz.. yaşam enerjimizi bu düşmana borçlu oluyoruz.. lütfen şimdi, bu görüşle yöneticilerimizi bir değerlendirin..
Kuruluş yılları zaten türlü çalkantılarla geçmiş.. hepsi sünni Türk ve Kürtlerden kaynaklanan yirmiden fazla isyan, ülkeyi çok zor durumlarda bırakmış, Cumhuriyeti kuranlar sürekli olarak sistemi savunmak zorunda kalmışlar.. belirgin olgu; ülkede birileri, yani ülke vatandaşlarından bazıları, her dönemde, sistemi değiştirmek istiyor.. nedeni ne olursa olsun, ister ingilizler gibi yabancı etkisi olsun, ister iç dinamikler olsun, bazı mihraklar, mevcut düzene isyan ediyor ve değişiklik istiyor.. kurucular ise sistemi “kendi doğrularına göre” savunuyorlar.. “isyan” dışında kalan bazı başkaldırışlar için, yöneticilerin empati yaparak “bu adamlar gerçekten ne istiyorlar” demeleri yararlı olabilirdi ama bunu yapmadılar..
Hem bir ülkede, daha iyi ve daha kötü sonuçları baştaki liderlerin yaptıkları ya da yapmadıkları belirlemiyor muydu?
Sonuç, o yıllarda ülkede taşlar bir türlü yerli yerine oturmadı..
’30 lu, ’40 lı yıllar boyunca bu ülke yöneticileri, sayıları 150’yi bile bulmayan, nerede oturdukları, neler yaptıkları, yaşamlarını nasıl kazandıkları bilinen yüz küsur insanla uğraşmışlar.. nazım hikmet denmiş, sabahattin ali denmiş, yaşar kemal denmiş, orhan kemal denmiş, çetin altan denmiş, ülkemizin ismini dünyada saygı ile andıran onca ünlü insan, her sıkışık durumda, tutuklanmış, işkencelere alınmış, adaletsiz şekillerde zindanlarda çürütülmüş, hatta öldürülmüş.. ama önemli olan şu: yöneticiler gerçekten korkuyorlar bu insanlardan.. ülkenin elden gideceğinden korkuyorlar.. korku için nesnel bir neden ya da kanıt olmasına gerek yok.. korkuyorlar işte.. Oysa korku, eğer nedeni açıklanamıyor ise paranoyadır.. yani hastalıklı bir durumdur..
Ülkede taşlar yine bir türlü yerli yerine oturmuyor..
Derken demokrat parti (DP) dönemi başlamış.. sadece partilerinin ismi demokrat olan tutucu yöneticiler (faşist demeye dilim varmıyor..) ülkeyi on yılda yangın yerine çevirmişler.. ülkede bir tek kendileri gibi düşünenlere yaşam hakkı veren olumsuz bir dünya görüşü ile.. ülke yine korkulara gark olmuş, herkes her şeyden, herkesten korkar olmuş.. o zamanlar beynimize kazınan “komünizm” korkusu ve düşüncesi her alanda düşünce sistemimizi, davranış kalıplarımızı, hatta reflekslerimizi belirlemiş..
Sonuç, ülkede taşlar yerli yerine oturmamaya devam ediyor..
’60 lı yılarla birlikte sahneye, Demirel, Ecevit, Türkeş ve Erbakan dörtlüsü çıkıyor.. benim ölçülerime göre oldukça çapsız, kıskanç, kinci, inatçı, ortalama zeka düzeyine sahip bu insanlar hiçbir olumlu politika üretmeden, ülkeyi bir adım bile ileri götürmeyi beceremeden, bugünlerin hazırlayıcıları oldular.. milyarlarca dolar dış ve iç borç, onursuz bir dış politika, ülkeyi her yerde rezil eden bir anlayış.. kişisel çıkarlarını daima ülke çıkarlarının üstünde gören bir siyasiler grubu.. her siyasi grup, ülkeyi diğer grubun felakete götüreceğine inanıyor.. ve gelinen noktada,
Ülkede taşlar hala yerli yerine oturmamaya devam ediyor..
Bizim gibi ülkelerin kaderidir.. ülkenin anasını ağlatan politikacılar, ya anıt mezarlarda, ya da devlet mezarlığında gömülüdür.. (..ve de halen yaşayanlar da oralara gömülecektir..)
’80 li yıllar politikaya daha farklı inciler armağan eder.. Özal ve Çiller’le tanışır toplum.. çap iyice düşer.. “benim memurum işini bilir” ya da “ülkemizin verilecek bir tek çakıl taşı yoktur” dönemi başlamıştır.. işini bilmek, ülkeyi satmakla eşdeğerdir artık.. çakıl taşı verilmez ama ülke batar iyice.. prensler, hayali ihracatlar, rüşvetler dönemidir dönem.. yöneticiler hala korkmaktadırlar ülke elden gidecek diye.. kaos çeşitli şekillerde devam eder..
Sonuç, ülkede taşlar yerli yerine oturmamaya devam ediyor..
2009 yılı mı? Ülke bügüne kadar gelenlerin içinde en yüzsüz, en arlanmaz, en utanmaz, ülkeyi “babalar gibi” satmaktan zerre kadar çekinmeyen, zekaları yine ortalamanın altında insanlarca yönetiliyor.. diğerlerinden farklı olarak, sistemi tamamen değiştireceklerini ilan eden insanlarca..
Ülkede sadece bazı insanlar korkuyor “ülke elden gidecek” diye.. ülkenin diğer yarısı ise ülke elden gidiyor diye neredeyse zil takıp oynayacak.. ne biçim bir milletiz biz?
Ama şu da var.. korka korka bugünkü korkunç duruma geldik ise, bizim korkularımız mı acaba asıl korkutucu olan.. yoksa daha mı cesur olmalıyız/olmalıydık?
Doğrusu bilmiyorum ben de..