Cumhuriyeti kuran kadronun, o yıllarda bir iç düşmana ihtiyaçları var mıydı bilmiyorum ama bir iç düşmanın varlığının, kolay yönetim taraftarı yöneticilere her zaman, çok güzel bir seçenek oluşturduğu yadsınmaz bir gerçektir.. böylelikle, kriz dönemlerinde ve yönetim hatalarından kaynaklanan her olayda, kitlelerin dikkati başka yönlere çekilebilir ve içerideki başarısızlıkların üstü örtülebilir.. bütün geri kalmış ülkelerde uygulanan bir yöntemdir bu.. işin acı tarafı sadece bu olgu bile ülkenin geri kalmışlıktan kurtulmasını engelleyen çok güçlü bir parametredir..
Atatürk zamanında ve sonrasında Atatürk çapında bir ikinci adamın (!) olmayışı (yani ben böylelikle İ.İnönü’yü ikinci adam olarak kabullenmediğimi de söylemiş oluyorum..) daha 1930’larda bile yöneticileri iç düşman arayışına itti ve iç düşman ya da iç düşmanlar yaratıldı..
Bu durum ülkeyi dikensiz gül bahçesi olarak yönetme isteğinin yanında, belki de bir düşmanımız olmadan yaşayamaz oluşumuzun da bir parçasıdır.. insan çözümlemesi yapan ünlü psikologlar, sonuçta insanı belli güçlü merkezlere sahip bir memeli olarak da tanımlıyorlar.. yani çoğumuz bir merkezimiz olmadan, bu merkezin bize sağladığı enerji olmadan, yaşama pek de sıkı sarılamıyoruz bu kurama göre..
Eş merkezli oluyoruz örneğin.. her şeyin merkezine eşimizi koyup dünyayı ve evreni bu merkeze göre değerlendiriyoruz.. anne merkezli, iş merkezli, çocuk merkezli oluyoruz.. ama bazan da çok güçlü bir dürtü olarak “düşman merkezli” oluyoruz.. yaşam enerjimizi bu düşmana borçlu oluyoruz.. lütfen şimdi, bu görüşle yöneticilerimizi bir değerlendirin..
Kuruluş yılları zaten türlü çalkantılarla geçmiş.. hepsi sünni Türk ve Kürtlerden kaynaklanan yirmiden fazla isyan, ülkeyi çok zor durumlarda bırakmış, Cumhuriyeti kuranlar sürekli olarak sistemi savunmak zorunda kalmışlar.. belirgin olgu; ülkede birileri, yani ülke vatandaşlarından bazıları, her dönemde, sistemi değiştirmek istiyor.. nedeni ne olursa olsun, ister ingilizler gibi yabancı etkisi olsun, ister iç dinamikler olsun, bazı mihraklar, mevcut düzene isyan ediyor ve değişiklik istiyor.. kurucular ise sistemi “kendi doğrularına göre” savunuyorlar.. “isyan” dışında kalan bazı başkaldırışlar için, yöneticilerin empati yaparak “bu adamlar gerçekten ne istiyorlar” demeleri yararlı olabilirdi ama bunu yapmadılar..
Hem bir ülkede, daha iyi ve daha kötü sonuçları baştaki liderlerin yaptıkları ya da yapmadıkları belirlemiyor muydu?
Sonuç, o yıllarda ülkede taşlar bir türlü yerli yerine oturmadı..
’30 lu, ’40 lı yıllar boyunca bu ülke yöneticileri, sayıları 150’yi bile bulmayan, nerede oturdukları, neler yaptıkları, yaşamlarını nasıl kazandıkları bilinen yüz küsur insanla uğraşmışlar.. nazım hikmet denmiş, sabahattin ali denmiş, yaşar kemal denmiş, orhan kemal denmiş, çetin altan denmiş, ülkemizin ismini dünyada saygı ile andıran onca ünlü insan, her sıkışık durumda, tutuklanmış, işkencelere alınmış, adaletsiz şekillerde zindanlarda çürütülmüş, hatta öldürülmüş.. ama önemli olan şu: yöneticiler gerçekten korkuyorlar bu insanlardan.. ülkenin elden gideceğinden korkuyorlar.. korku için nesnel bir neden ya da kanıt olmasına gerek yok.. korkuyorlar işte.. Oysa korku, eğer nedeni açıklanamıyor ise paranoyadır.. yani hastalıklı bir durumdur..
Ülkede taşlar yine bir türlü yerli yerine oturmuyor..
Derken demokrat parti (DP) dönemi başlamış.. sadece partilerinin ismi demokrat olan tutucu yöneticiler (faşist demeye dilim varmıyor..) ülkeyi on yılda yangın yerine çevirmişler.. ülkede bir tek kendileri gibi düşünenlere yaşam hakkı veren olumsuz bir dünya görüşü ile.. ülke yine korkulara gark olmuş, herkes her şeyden, herkesten korkar olmuş.. o zamanlar beynimize kazınan “komünizm” korkusu ve düşüncesi her alanda düşünce sistemimizi, davranış kalıplarımızı, hatta reflekslerimizi belirlemiş..
Sonuç, ülkede taşlar yerli yerine oturmamaya devam ediyor..
’60 lı yılarla birlikte sahneye, Demirel, Ecevit, Türkeş ve Erbakan dörtlüsü çıkıyor.. benim ölçülerime göre oldukça çapsız, kıskanç, kinci, inatçı, ortalama zeka düzeyine sahip bu insanlar hiçbir olumlu politika üretmeden, ülkeyi bir adım bile ileri götürmeyi beceremeden, bugünlerin hazırlayıcıları oldular.. milyarlarca dolar dış ve iç borç, onursuz bir dış politika, ülkeyi her yerde rezil eden bir anlayış.. kişisel çıkarlarını daima ülke çıkarlarının üstünde gören bir siyasiler grubu.. her siyasi grup, ülkeyi diğer grubun felakete götüreceğine inanıyor.. ve gelinen noktada,
Ülkede taşlar hala yerli yerine oturmamaya devam ediyor..
Bizim gibi ülkelerin kaderidir.. ülkenin anasını ağlatan politikacılar, ya anıt mezarlarda, ya da devlet mezarlığında gömülüdür.. (..ve de halen yaşayanlar da oralara gömülecektir..)
’80 li yıllar politikaya daha farklı inciler armağan eder.. Özal ve Çiller’le tanışır toplum.. çap iyice düşer.. “benim memurum işini bilir” ya da “ülkemizin verilecek bir tek çakıl taşı yoktur” dönemi başlamıştır.. işini bilmek, ülkeyi satmakla eşdeğerdir artık.. çakıl taşı verilmez ama ülke batar iyice.. prensler, hayali ihracatlar, rüşvetler dönemidir dönem.. yöneticiler hala korkmaktadırlar ülke elden gidecek diye.. kaos çeşitli şekillerde devam eder..
Sonuç, ülkede taşlar yerli yerine oturmamaya devam ediyor..
2009 yılı mı? Ülke bügüne kadar gelenlerin içinde en yüzsüz, en arlanmaz, en utanmaz, ülkeyi “babalar gibi” satmaktan zerre kadar çekinmeyen, zekaları yine ortalamanın altında insanlarca yönetiliyor.. diğerlerinden farklı olarak, sistemi tamamen değiştireceklerini ilan eden insanlarca..
Ülkede sadece bazı insanlar korkuyor “ülke elden gidecek” diye.. ülkenin diğer yarısı ise ülke elden gidiyor diye neredeyse zil takıp oynayacak.. ne biçim bir milletiz biz?
Ama şu da var.. korka korka bugünkü korkunç duruma geldik ise, bizim korkularımız mı acaba asıl korkutucu olan.. yoksa daha mı cesur olmalıyız/olmalıydık?
Doğrusu bilmiyorum ben de..
2009-01-07
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder