2008-02-28

DİN VE TOPLUM

DİN VE TOPLUM
“Gelenekçi toplumlar tanrıyı düzen kurucu değil,
sorun çözücü olarak görürlermiş.”
Tek tanrılı dinlerden olan Hıristiyanlık ve Musevilik, yaşamın oldukça sınırlı alanlarını –kabaca- tanzim edecek emirler verirken, İslamiyet ve özellikle Kuran günlük yaşamın her alanı için kurallar koymuş, adeta bir anayasa görevini üstlenmiştir.
Kuranın inmesi 22 yıl sürmüş, bu süre içinde, daha sonra inen bazı ayetler ilk inenlerle çeliştiği için değiştirilmiş, bu esneklik o yıllarda hiçbir şekilde tartışma konusu olamamıştır. Daha 900’lü yıllarda, kabileden devlete, devletten imparatorluğa giden yolda İslamiyet, yeni ele geçirilen ülkelerde tüm yaşamı Kuran hükümlerine göre tanzim etmenin imkansızlığı üzerine; icma, kısas, hadisler gibi yönetim sistemlerini devreye sokmayı başarmış ve yeni kültürlerle uyum kurmayı böylelikle sağlamıştır.
Ne var ki, günümüzde, “tek tanrılı dinler en sert ideolojiler” olma tanımına giderek daha fazla uymuşlar, özellikle İslami toplumlar, geri kalmışlıkları ve Batı karşısındaki ezikliklerinden tek kurtuluş yolu olarak Kuran hükümlerine daha sıkı sarılmak olduğu gibi bir yanılgıya düşmüşlerdir. Bu durum ise, İslami toplumların daha geri ve modern dünyadan daha da izole edilmiş bir şekilde yaşamasından başka bir işe yaramamıştır.
Sıkça söylenenin aksine, “dinde hoşgörü olamaz..” Dinin varlık nedeni ve işlevi hoşgörü ile bağdaşmaz. Din her tür isteğini emir olarak buyurur. “İstersen şöyle de uygulayabilirsin” demez, “şöyle yapacaksın” der. Böyle olunca da bir hoşgörüden söz etmek mümkün değildir. İslami toplumlarda, diğerlerinden farklı olarak, klasik bir geri kalmışlık durumu da söz konusudur. Kanımca, sahip olduğumuz değişmez dinsel değerler sistemi bu geri kalmışlığı desteklemektedir.
Bizim toplumumuz ise, okumaya için için düşmanlık besleyen, okuyanlara iyi gözle bakmayan, genel kültürü ve yaşam karşısındaki savunma reflekslerinin neredeyse tamamı, toplumsal önyargılarla şekillenmiş insanlardan meydana gelmektedir. Bu durumda, bugün gelinen noktada, toplumumuzdaki kimi açmazlara, hele de ülkenin yaşam damarlarının bir bir kesilmesine insanların neden bu kadar duyarsız ve kayıtsız kalmalarına anlam vermek daha kolay olacaktır. Nitekim, toplumumuzda, önyargılar herkes tarafından herhangi bir değişikliğe ve irdelemeye gerek kalmaksızın kabul edilmekte, herkes tarafından aynı şekliyle tekrarlanmakta, karşı çıkanlar cezalandırılmakta, başlangıçtaki hareket tarzı toplumsal refleks haline gelmekte, sonuçta toplumu meydana getiren bireyler bir örnek şekilde düşünmekte ve hareket etmektedirler.
Bu durumu besleyen önemli bir etken de, yönetim kademelerine gelen insanların yetersizlikleri ve dünyayı kavramadaki eksiklikleridir. 1950’li yıllardan itibaren işlenen komünizm düşmanlığı, 1980’li yıllarda uygulamaya konan, toplumu apolitize etme gayretleri, toplumu büyük ölçüde işlevsizleştirmiştir. Bunun sonucunda ortaya çıkan insan tipi ise, kişisel çıkarlarını her şeyin üstünde tutan yöneticiler ve dünya yıkılsa umurlarında olmayan bireyler olmuştur. Daha da önemli olarak, bu insanlar, zaten çok sınırlı olan anlama ve kavrama yeteneklerinin sınırlarını zorlayan, sosyal olay ve oluşumlarla karşılaştıklarında, büyük bir direnme gösterecekler ve belki de doğru, gerçek, daha etik, daha ahlaklı vs. olan değerlere şiddetle karşı koyacaklardır.
İnsan beyninin yapısı sözü edilen bu konuyu destekleyecek şekildedir. Beyin dinsel verileri hiçbir irdelemeye tabii tutmadan kabul etmektedir. Böyle olunca da toplumsal öğreti olarak sunulan dinsel verilerin üzerinde hiçbir tartışma yapılamamakta, aydın kesimde dahil, dinsel buyruklarda bir mantık arama gayretine rastlanamamaktadır.
Farklı bir parametre olarak şu konuyu da aktarmak mümkün olsa gerek. İnsanın içinde, doğuştan, belli bir sevgi potansiyeli vardır. Önemli olan bu potansiyeli ve enerjiyi yaşamımızın her dönemine yayarak dengeli bir şekilde kullanmaktır. Yukarıda sözü edilen ve insanımızı şekillendiren toplumsal doku ile toplumun bizlere verdiği ve oynamamızı şart koştuğu rol davranışlar, çoğunlukla bizlerin, kendimiz olmamızı engelliyor. Kendimiz olamadığımız rollerde ise sürekli çuvallıyoruz. Toplum olarak ta, ülke olarak ta aşağılanıyor ve kendimiz dışındaki her şeye ve herkese kin ve öfke duymamız kaçınılmaz oluyor.
Asıl olarak ise sanırım şu olguyu göz ardı ediyoruz:
• Bu ülkede, Sünni Kürtler arasında, çok basit nedenlerle “töre cinayeti” adı altında cinayetler işlenmekte, toplanan aile meclisinde, bir baba kendi öz kızının öldürülme emrini verebilmektedir. Burada babaya öldürme emrini verdiren güç toplumun bir türlü karşı çıkılamayan yanlış önyargılarıdır. Bu önyargıların gücü babadaki evlat sevgisinin bile üzerine çıkabilmektedir.
• Benzer şekilde, çoğunlukla sevgisizliğin hakim olduğu otoriter ailelerde, insanlar, çok küçük bir yönlendirme ile, içlerindeki sevgi enerjisini tanrıya, peygambere, tarikat liderine, şeyhe, şıha yöneltebilmektedirler. Bu şekilde sınırlı varlığa yönelen, korku ile desteklenen sevgi, o kişiyi kendisi gibi düşünmeyen diğer tüm insanlara karşı akıl almaz şekilde vahşi ve acımasız yapabilmektedir.
• Nitekim bilinen sosyolojik olgudur; insanın insana işkence yapması ve sıradanın dışında eziyet ederek öldürmesi, tek tanrılı dinlerin ortaya çıkmasından sonradır.
Benim endişem, artık böylesine rahat hareket edebilen, belli ekonomik ve politik güce erişen, dine dayalı bir yaşam tarzını benimseyen bu insanların giderek azgınlaşması ve ülkemizde akıl dışı uygulama ve dayatmaların başlamasıdır