2013-08-18

YİNE AYNI KONU: BİLGİ PAYLAŞIMINDAKİ SORUNLAR

                
                 YİNE AYNI KONU
Sizlerle belki de biraz fazla özel olan bir konuyu paylaşmak cesaretini gösteriyorum.. hoş görün lütfen..

1985 yılına kadar dünyaya gelmiş olan bilim insanı sayısı, 1985-2000 yılları arasındaki bilim insanlarının sayısından az imiş..
Yine, insanlık tarihi boyunca, 1985 yılına kadar olan bilimsel bilgilerin toplamı, 1985-2000 yılları arasında elde edilen bilgiler kadarmış.. tahmine göre o yıldan itibaren, mevcut tüm bilgiler her 15 yılda bir ikiye katlanacakmış.. ancak  bu tahmin geçtiğimiz süreçte tutmamış, zira şu an mevcut bilgiler, önce her 10 yılda bir, sonra her 5 yılda bir, bugün 2013 yılı itibarı ile de her 2 yılda bir ikiye katlanıyormuş..
Bu durumda yeni nesillerin işlerinin/yaşamlarının zorluğunu siz tahmin edin.. torunu olan dedelerimiz, neler yapıyorsunuz bu konuda?

Söylemeye gerek yok, bugün sosyal medya olarak adlandırdığımız, başta internet olmak üzere, facebook, twitter, whatsapp, skype, viber  vb. bu konuda başat roller oynuyorlar..
Bu rakamsal değerlerle ifade edilmeye çalışılan olgular, doğal ve zorunlu sonuç olarak, düşünce sistemlerimiz ve davranış kalıplarımız üzerinde, bazılarının farkında olduğumuz, çoğunu ise bilinç altımızın derinliklerine ittiğimiz birçok değişikliği de beraberinde getirdi aslında..

Benim gibi, 50’li yıllarda doğanların çoğu, daha sonraki yıllarda doğanları da 10 yıllık süreçlere bölersek, yani 60’lı yıllarda doğanlar, 70’liler vd. giderek azalan gayretlerle, çağı, yani çocuklarının sahip oldukları teknolojik özellikleri ve birikimleri yakalamak peşindeyiz.. bir kısmımız çocuklarının “mail adreslerini” kullanmaya devam etse de, çoğunluk, özellikli cep telefonları, yetenekli bilgisayarlar, notebook’lar, tablet’ler vb. cihazları minimum düzeyde bile olsa kullanabilmek gayretinde.. aksi halde yaşamdan kopuyoruz çünkü..

Misal, benim üyesi olduğum ve her gün/her hafta/her ay  düzenli olarak mail’lerini, haberlerini aldığım 10 a yakın haberleşme grubum var.. önemli gördüğüm bir yazıyı/haberi/görüntüyü birkaç saniye içinde 2000’e yakın kişiye aktarabiliyorum..
İnsanlık var olduğundan beri bilgi paylaşımı hiç bu kadar kolay, hızlı ve ucuz olmamıştı..

Buraya kadar özetlemeye çalıştığım olgulardaki olumsuz tek ortak nokta ise, yaş grupları arasında belirgin bir fark olmaksızın, tüm yaş grupları içinde, BİLGİYİ PAYLAŞMAKTAKİ sınırların tartışma konusu olması..

Birkaç gün önce beş ailenin bir araya geldiği güzel bir akşam yemeğinde konu yine bu noktaya geldi.. en kısa anlatımı ile bir arkadaşım bana; “abi bazı arkadaşlar senin gönderdiğin maillerden rahatsızlar..” dedi.. rahatsızlık yaratan iletiler, Datça’da her hafta yapmakta olduğumuz “Sessiz Çığlık” eylemleri ile ilgili yazılarmış..

Geçmişte bu konu internet üzerinden üyesi olduğum bazı gruplarda da tartışma konusu olmuştu.. ben de her zaman aynı tezi savunmuştum.. okumak istemediğiniz bir yazıyı “sil” tuşuna basarak silebilecekken, bu konu neden bir tartışma konusu oluyor?

Zihnimi sonuna kadar zorladığımda ise aşağıdaki bir dizi sonuca ulaşmak mümkün olabiliyor.. elbette bunlara katılmayabilirsiniz.. saygıyla karşılarım..
Egomuz bizim biricikliğimiz/benzersizliğimiz ve mükemmelliğimiz üzerine şekillenmiştir..
Biz bir sosyal konuda bir karar verdiğimizde bu evrenseldir ve herkesin bu karara uymasını bekleriz..
Yanlış bir şey yaptığımızda (yapmayız ya, kazara yaparsak!!) egomuzun görevi, bu yanlışı yok edebilecek düzenekleri ve savunmaları oluşturmaktır..
Kısaca bizim dışımızda doğru yoktur.. bu olgu, tutucu, otoriter ve dinsel verilerin günlük yaşamı şekillendirdiği toplumlarda daha belirgin ve baskındır..
Hal böyle olunca, bir mail mi geldi, birisi bir yazı mı gönderdi, elimizdeki formata uymuyorsa, yani bizim mevcut zeminimizde bu konuda bir bilgi, veri, birikim yoksa bu yanlıştır.. “kim göndermiş bunu yaa? mecbur muyum okumaya kardeşim.. bu grupta bu tür yazılara ne gerek var, ikaz edin adamı..” tonundan başlayarak, sonu hakarete varan yazışmalara kadar uzayan bir kör dövüşü başlar..

Tali konu olarak şu da söylenebilir belki: şahsı tanıyorsak, düşüncelerini biliyorsak, düşünceleri bize ters geliyorsa, fırsat bu fırsattır diyerek bir linç kampanyası da yürütülebilir.. böylece şahıs devre dışı bırakılır..

Başka bir boyutta da şunlar oluyor: bir tartışma ortamı açıldığında, hemen; “arkadaşlar bu zor günlerde aramızda tartışmayalım, birlik olalım..” vb ikazlar başlıyor.. ya da konuya kızan bir arkadaş kendisini haberleşme grubundan çıkarıyor.. tartışmanın, düzeyli tartışmanın, fikir alış-verişinin bizi zenginleştirdiğini düşünüyorum.. birileri fikirlerimizi beğenmediğinde hemen alınmak yerine empati yapabilsek, insan egosu için çok zor ama; “ben nerede hata yaptım?” sorusunu kendimize sorabilsek.. ya da “acaba benim düşüncelerimin neresinde yanlışlık var?” diyebilsek keşke..

Belki son olarak şunu da söyleyebiliriz.. bazen başkalarının ağzından konuşmak konuyu üstlenmekten daha kolay ve zahmetsizdir.. bizim mesleğimizde klasik idi.. bazı komutanlarımız sıkıştıklarında; “valla bana kalsa sorun yok ama tugay komutanı (ya da tümen, kolordu, ordu vs) öyle istiyor..” diyerek kaba deyimle topu üst komutanlara atardı.. bu taktik her zaman daha rahatlatıcıdırJ

SONUÇ; isim vererek yazmakta bir sakınca görmüyorum..

Balıkadam  Ankara grubuna bu günden itibaren sosyal içerikli hiçbir yazı göndermeyeceğim..
Balıkadam İstanbul grubuna çok önemli gördüğüm bilgileri ve kendi hazırladığım yazıları göndermeye devam edeceğim.. alınganlık değil kesinlikle, ama alınmış bir grup kararı varsa ve benim tavrım bu kuralı bozuyorsa moderatör arkadaşım beni gruptan çıkarsın, inanın hiç alınmam..
Devre arkadaşlarımla her konuyu paylaşmaya devam edeceğim,
Sevgili Karadeniz grubu ile de aynı şekilde..
En yakın arkadaşlarımdan oluşturduğum “Arkadaşlar” grubuna sorgusuz/sualsiz gönderiyorum..
Fotoğraf gruplarına ve Ankara Vardiyasına  gerektiğinde zaten bilgi aktarımında bulunuyorum..

SONUCUN SONUCU: BAZI BİLGİLER HER ZAMAN RAHATSIZ EDİCİDİR. İNSAN BİR GRUP İÇİNDE GRUP KURALLARINA UYARAK YAŞAMAKTAN MUTLUDUR. AYKIRILIKLAR CAN SIKAR!!

Hepinize güzel bir hafta diliyorum..

2013-08-11

KORKU VE CESARET ÜZERİNE BİR DENEME


Doğruluğunu kabul ettiğim bir tanıma göre; “insanın korku ile yüzleşmek arzusuna cesaret denir..” Korkmak ve cesaretli olma konusunda yapılan tanımlara baktığımızda, insanın psikolojik yapısının karmaşıklığını da görmek/anlamak mümkün olabilir. Çünkü memelilerdeki neslin devamının sağlanması sorunsalının açıklanmasının ilginç yapısı içinde, korku ve korkak olanların rolleri hayli başat durumda. Bu açıklamaya göre nesli devam ettirenler, cesur/atak/gözü karalar değil, korkak/pısırık/göze batmayanlar/gözden uzak olanlar olarak kabul ediliyor. Bu duruma yarı ciddi, yarı şaka bir yaklaşım sergileyen bir bilim adamımız ise; “Bizim atalarımız Çanakkale’de savaşan o muhteşem nesil değil, devlete bedel vererek, köylerde ahırlarda, dağlarda saklanarak, askerliğini yapmayan asker kaçaklarıdır..” diyerek hiç de yabana atılmayacak bir yaklaşımda bulunmuştur. Bütün büyük ve uzun süreli savaşlardan sonraki barış dönmelerinde, normalin üstünde bir doğum oranına ulaşıldığı ise savaşa katılan bütün ülkelerde yaşanan bir olgudur. 50’li yıllarda doğanların dahi “baby boomer kuşağı” diye adlandırıldığını da hatırlatmak isterim.

Yetişkinliğimizde cesur bir yapımız mı, korkak bir kişiliğimiz mi olacağı, öncelikle annemizin yapısına, bizimle olan anne-çocuk ilişkisine, bizden önce ya da sonra doğan çocukla aramızdaki yaş farkına, ikinci öncelikle de baba-çocuk ilişkisine ve birinci kuşak aile yakınlarımızın bize olan davranışlarına bağlıdır.

·         Annenin önemi, annelerin tüm korkularını çocuklarına mutlaka aktarmalarından kaynaklanıyor. Anne asansöre binemiyorsa, kaçınılmaz sonuç çocuğun da asansörden korkacağıdır. Ender durumlarda anne bu eksikliğinin farkına varıp çocuğunu böyle bir korkudan kurtarabilir. Ama fobi denen tanımı zor ama belli zayıflıklardan kaynaklanan bu gibi durumlarda, korkan ego korkusuna mutlaka geçerli açıklamalar getirecektir. Hal böyle olunca da anne asansör korkusunu geçmişte yaşadığı bir olayla ilişkilendirecek ve çocuğunu da ikna edecektir.
·         Aslında otorite olma noktasında asıl rolü baba üstlenmektedir. Ancak korkuları olan bir anne baskın davranacak, çocuk eğitiminde (hele de kız çocuğu ise) toplumsal yapımız gereği, zaten pasif rol alan baba devreden çıkarılarak anne yine korkularını çocuğa aktaracaktır.
·         Birinci kuşak aile bireylerinin çocuk eğitimindeki bilinen yanlışlarını göz önüne aldığımızda, gerek 2-5 yaş grubunda, gerekse 5-12 yaş grubunda çocuklarımızın sağlıklı bir korkuyu yenme eğitimi alabildiklerini söyleyemeyiz.

·         Çocuğun sağlıklı bir çocukluk-ergenlik ve yetişkinlik eğitimi almasında birinci derecede etken aktörleri;  aile-okul ve dinsel veriler olarak sıraladığımızda toplumsal yapımızın zorunlu sonucu olarak, zaten başta duygu tanıma olmak üzere, yaşam organizasyonunda olmazsa olmaz eğitimleri alamamış çocukların toplum içinde nasıl eksik yetişkin bireyler olacağı açıktır. Kaldı ki; geçen yıl uygulanmaya başlayan ve içinden MEB lığının bile çıkamadığı 4+4+4 sisteminin çocuklarımızı nerelere götüreceğini düşünmek bile istemiyorum.

Gelelim yetişkinlik sürecimizdeki davranışlarımıza. Uzakdoğu ve eski yunan felsefelerine göre; ne kadar fazla şeye sahipsek, o kadar mutsuzuz demektir. Sahip olunan şeyleri fazlalaştıkça, onların sağladığı konfordan ayrılmak o kadar zorlaşacaktır.

Farkında olmadan çok fazla şeye mi sahip olduk acaba hepimiz? Onlardan vazgeçmek çok mu zor geliyor artık bize? İnsan insan olarak yaşamak istiyorsa, eninde-sonunda bir tarafı tutmak zorunda imiş..  Acaba bu özelliğini de mi yitiriyor modern insan? Doğrusu içinden çıkamıyorum ben!!

Öte yandan AKP dönemi olarak, ülkemiz zaten farklı bir sürece girmiş bulunuyor. Özellikle son birkaç yıldır, artık önlerinde kendilerini durduracak yasal ya da fiili hiçbir güç kalmadığını varsaymalarının rahatlığı ve gözü karalığı ile toplumu bütünüyle değiştirmek ve dinsel bir yaşama göre yeniden organize etmek noktasında bir korku imparatorluğu kurmuş durumdalar. Elbette bu noktada, insanların, tehdit doğrudan kendilerine yönelmediği takdirde olaylara duyarsız kalacaklarının farkında olarak davranıyorlar. Ve gerçekten çok akıllıca yönetilen bir sinsi propaganda yöntemi ile insanları korkutmaktalar. İnsanlar artık, en basit/küçük/masum bir hak arama eyleminde bile tutuklanıp sonucu belli olmayan bir adaletsizlikle karşılaşmaktan korkar hale gelmiş durumdalar. Çünkü ülkede adalet kavramı büyük bir tahribata uğramış durumda.

Oysa, başta kendimize olmak üzere, ailemize, çocuklarımıza, topluma, yaşama, hatta dünyaya ve evrene karşı da bazı sorumluluklarımız ve görevlerimiz var. Bu görevlerin algılanış biçimi neden kişiden kişiye bu denli büyük değişiklikler gösteriyor acaba?

Zihnimi kurcalayan soru şu:

Neden aynı koşullar ve düşüncedeki iki insandan biri, sahip olduklarını kaybetmekten korkuyor ve günlük yaşamını ve duruşunu bu korku yönetiyor, diğeri korkmuyor ve güncel deyimle dik durmaya devam ediyor. Yoksa insan, farklı yaş gruplarında ve ekonomik pozisyonlarda mı farklı davranıyor? Belki de kestirmeden söylenebilecek şey; kaybetmekten korkup korkmamakta düğümleniyor. İnsan onur ve gururunu her şeyin üstünde tuttuğunda kaybetmekten korkmaz hale geliyor.. onurlu ve gururlu olmak ise mükemmel bir aile-okul ve din eğitimi ile verilebiliyor ancak. Bu üçlüde sınıfta kaldığımızdan, onurlu ve gururlu insanları mumla arar hale geldik belki de..

Yukarıda sıraladıklarımın dışında hangi parametreler bizi etkiliyor acaba?

Ne dersiniz? Düşüncelerinizi paylaşırsanız sevinirim..


Sağlıkla, barışla kalın..

2013-08-07

VİCDANLI OLMAK ÜSTÜNE BİR DENEME

VİCDANLI OLMAK ÜSTÜNE BİR DENEME

Gazetelerin üçüncü sayfa haberleri adli olaylarla ilgilidir..ve sanıyorum burada yayımlanan haberler bakımından, birçok ülkeyi geride bırakacak bir potansiyele ve çeşitliliğe sahibiz..
-22 erkek 13 yaşındaki kıza tecavüz etti..
-14 yaşındaki ilköğretim öğrencisine babası, amcaları ve dayısı defalarca tecavüz etti…
-3 yaşındaki kız çocuğuna tecavüz ettikten sonra başını taşla ezerek öldürdü…
Kadına uygulanan fiziki şiddet ve öldürme olayları ayrı bir kategori..
Bu arada, “uyuyan kocasının başına kaynar zeytinyağı döktü” türünden haberler de eksik değil..
Çocukta vicdan 5-6 yaşlarında, müzik zevki/beğenisi 6-7 yaşlarında, dini, politik, bir takım ya da parti tutma vb. inanç sistemi 12-13 yaşlarında, empati yapabilme yeteneği 10 yaşından itibaren  oluşuyor.. 10-11 yaşlarında bağımsız hareket edebilme yeteneğine kavuşan, ergenliğe doğru ilerleyen çocuk, bu yaşlarda yukarıda sözü edilen farklı duygularını tanıma eğitimi almazsa, bir şeyler eksik kalıyor.. çocuk yetiştirme biçimimiz nasıl olursa olsun, yukarıda sözü edilen  eğitimler, zamanında verilmezse, çocuk eksik kimlikli bir birey olarak topluma katılıyor..
Bütün bunların yanı sıra 2-5 yaş grubunda, yetişkinliğinde kullanacağı değerler sistemi ve yaşam karşısında nasıl bir duruş sergileyeceği konusundaki her şey aile ve yakın çevresi tarafından oluşturuluyor.. eğitimle pekiştirilen be değerler sonucunda toplumun bir parçası olan bireyin;
Ne kadar vicdanlı olacağı,
Ne kadar bencil ya da verici olacağı,
Diğer insanlar için ne kadar fedakârlık yapabileceği,
Ülkesini ne kadar sevip, ülkesi için neler yapabileceği gibi tüm yaşamı etkileyen her tür parametre şekillenmiş oluyor..
Bütün bunları alt alta sıraladığımızda ise eğitimin ne denli önemli bir konu olduğu, bilimsel temele dayanmayan eğitimlerle toplumların nasıl geri kalacağı kendiliğinden ortaya çıkıyor.. analitik düşünme becerisine sahip olmayan insanların yönetici olacağı toplumların geri kalması, diğer ülkeler tarafından verilen rolleri oynamaktan öte bir şey yapamaması, teknoloji üretememesi sonucu her şeyi ile başka ülkelere bağımlı olması kader değil, önceden kestirilebilecek bir sonuçtur..
Sanırım burada öne çıkarmak istediğim konu insanın vicdanlı olup olmaması konusu.. çünkü tüm konular ve tüm yaşam eninde-sonunda insanlara/olaylara ve tüm dünyaya vicdanıyla bakıp-bakamamaya dayanıyor..
Bildiğim kadarıyla bu konuda yapılan psikolojik deneyler, insanın bir başka insana işkence yapma, acı verme vb. olumsuz olaylarda sınır tanımaz bir yapıya sahip olduğunu gösteriyor.. hele de otoriteye yatkın bizim gibi toplumlarda birey otorite kabul ettiği kişi/kurum vb. üst yönetimlere de güvenerek insanlıktan çıkacak denli davranışlar sergileyebiliyor..
Gelenekçi toplumlarda iktidar olan siyasi güçler, toplumu yönetme konusunda klasik yöntemler/bilinen ve daha önce uygulanmış yöntemler uygularlar. Bunlar kendilerinden önceki iktidarların bilimsellikten uzak, yaptıkları uygulamalardır. Bu süreç ise toplumun modern toplumlar seviyesine çıkmasını engelleyen yegane durumdur. Çünkü bilinen sosyolojik verilere göre kültürsüz ve bilimsellikten uzak bir yapı her döngü sonunda daha da kültürsüzleşir/insanlıktan ve evrensel değerlerden uzaklaşır.. bu ise insanları birbirine düşman kıldığı için toplumsal patlamaların önüne geçilemez. Çünkü, iktidar olan her siyasi grup, ülkeyi kendisinden yana ve kendisine karşı olan insanlar olarak ayırıyor. Vicdan konusundaki eksiklik de konuya eklenince, Gezi olayları boyunca ülkede yaşanan tablo ortaya çıkıyor. Polis resmen düşmana saldırır gibi saldırıyor eylemcilerin üzerine, çünkü aldığı eğitim ve sahip olduğu vicdan kültürü kendi inancı dışındaki herkese düşman gözüyle bakmasını sağlıyor.
Bu noktada, toplumların ve inanç sistemlerinin gerçekte eksik oldukları konularda slogan ve atasözü gibi tek cümlelik söylemlere sarıldığını kabul etmemiz gerekecek. Vergi konusunda dünyanın en adaletsiz ülkelerinden birisiyiz.. ama her yerde; “vergilendirilmiş kazanç kutsaldır” yazısını görürüz.. “temizlik imandan gelir” deriz hepimiz.. ama dünyanın en pis toplumları Müslüman ülke halklarıdır.. yine en büyük paradokslardan birisi olarak hep; “dinde sonsuz hoşgörü vardır” deriz.. özellikle islamiyetin bir hoşgörü dini olduğunu duyarız.. oysa dinler dünyada bilinen en sert ideolojilerdir, çok katıdırlar ve hoşgörünün zerresini taşımazlar.. zira her tek tanrılı din en tekamül etmiş dinin/inanç sisteminin kendi dinleri olduğunu, en mükemmel peygamberin kendi peygamberleri olduğuna inanır.. ve elbette her din mensubu eninde-sonunda bütün insanlığın kendi dinini kabul edeceğini savunur. 

SONUÇ: eğitim sisteminiz 4+4+4 gibi bir eğitim sistemi ise, ülkedeki tüm yaşam alanlarının dinsel verilere göre düzenlenmesi için büyük bir gayret varsa, arada bir evlenme yaşının 9’lara 10’lara inmesi fısıltı olarak tartışılıyorsa, tüm siyasi otoriteler toplumu biz ve onlar diye ayırıyorsa o ülkede insanların VİCDANLI olmalarını beklemek yanlıştır.. bu ortamda ancak ve ancak, bireysel olarak kendinize ve  yakın çevrenize etkili olabilirsiniz.. gerisi abesle iştigaldir.. ve biz kendi dışımızdakileri de yakın çevremiz kadar düşünemediğimiz sürece,bunları yaşamaya daha bir süre katlanacağız demektir..
Keyifle kalın..


GEZİ OLAYLARINA FARKLI BİR BAKIŞ

GEZİ OLAYLARINA FARKLI BİR BAKIŞ

Anne tarafımdan köylü olduğum ve yaşamımın belli bir sürecini köyde geçirdiğim için, 50’li ve 60’lı yıllardaki köy yaşamını biliyorum.. köy yaşamında esas olan şey, hep aynı şekilde ve aynı zaman dilimlerinde tekrarlanan olaylara göre davranmak, yaşamı ona göre organize etmektir.. buna rutinlerle yaşamak diyebiliriz.. örneğin, Çukurova’da pamuklar toplanmadan ve tarladan kalkmadan yağan zamansız bir yağmur felaket getirir.. insanlar buna hazır değildir.. bu olay rutinler içinde yoktur çünkü..

Köylünün günlük konuşma dilinde, en fazla 150 kelime vardır.. bu kadar kelime yaşam organizasyonu için yeterlidir.. bu nedenlerle de köy yaşamında tutuculuk ve dışa kapalılık esastır.. yenilikler ve değişim köylüyü ürkütür.. bir anlamda, kendi iyiliğine olan konuları tam olarak algılayamaz da denebilir.. zira okuma-yazma oranı çok düşüktür.. yaşamı ve evreni algılamaya yarayan bilimsel bilgi eksiktir ya da hiç yoktur.. yeni nesillere aktarılan kültür ve inanç sistemi ailelerin değer yargısına göre şekillenir.. bu şekillenme köylüler arasındaki farkı yaratan yegane unsurdur.

Cumhuriyeti kuranlar okuma-yazma bilen insanlardı.. sosyolojik kurallar, yeni bir sistemin, yeni bir idare şeklinin bütün toplum tarafından benimsenebilmesi/ kabullenilebilmesi/kendi yararına olduğunun tam olarak algılanabilmesi için, yeni sistemin bu inançlarla üç nesil yetiştirmesi, yani 75 yıl geçmesi gerektiğini kabul eder.. Türkiye bu şekilde sadece bir nesil yetiştirebildi.. sanırım asıl sorun burada.. çünkü, DP iktidarı ile birlikte yani 1950’li yılların başında bu olgu kesintiye uğradı.. 
yarı köylü kitle iktidar olmuştu çünkü..

Köylü toplum, ki Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda neredeyse % 80 lik ezici bir çoğunlukta idiler, bırakın Cumhuriyete sahip çıkmayı, bunun ne anlama geldiğinden bile habersizdiler.. onların düşünce sistemlerini değiştirmek için bazı slogan cümleler ve fısıltı 
gazetesinden yayılan kimi propaganda cümleleri yeterli oluyordu..

Kıbrıs Harekatı başladığında SSCB nden gelecek olası bir saldırı için (!) (bu düşünceye de devletin köylü hafızası diyebiliriz.. ülke ve sistem sadece doğudan gelecek bir tehdide karşı örgütlenmişti.. 12 Eylül sürecinden Adana-Hatay-Maraş-Malatya 
vb şehirlerde olaylar çıktığında devlet şaşkına dönmüştü.. olaylara müdahale edecek güç yoktu saydığım yerlerde.. Bolu ve Kayseri Komando birlikleri kullanıldı sürekli olarak..) araziye çıktığımızda, (Ağrı-Patnos) bölgede gezdiğim 
köylerde bana şu soru sorulmuştu: “hayırdır, padişaha bir şey mi oldu, asker niye geldi?..” Bu yazıyı okuyan meslektaşlarım soruya şaşırmazlar ama sivil arkadaşlarımın “hadi canım sen de..” diye düşüneceklerine eminim.. ama inanın aynı soruyu 1981 yılında bu kez Maraş-Adıyaman bölgesindeki dağ köylerinde neredeyse aynı kelimelerle tekrar duymuştum..

Cahil insanın temel özelliği duyarsız olmasıdır.. kendi dışındaki olaylar onu pek ilgilendirmez.. belki de yaşamın devamı için gereklidir bu.. yaşamın devamı için diyorum çünkü modern toplumlarda öne çıkan düşünce olarak, (memelilerde) neslin devamının korkak-çekingen ve benciller tarafından sağlandığı hakkında çok güçlü araştırmalar ve ulaşılan sonuçlar var.. cesur, atak, verici ve gözü pek olanlar daha kısa sürede ölürler çünkü..  1900’lü yıllardan itibaren kurtuluş savaşının sonuna kadar bu ülkenin en elit, cesur, atılgan tabakasının -yaklaşık 1.250.000 kişinin, yani tüm nüfusun 1/10’nunun- savaşlarda yok olduğunu unutmayalım.. bu grup içinde de köylüler elbette çoğunlukta idi, ama yukarıda belirtilen aile faktörünü göz ardı edemeyiz.. bedel denen bir sistem vardı ve parayı veren ya da saklananlar/asker kaçakları savaşa gitmiyorlardı.. İstiklal Mahkemeleri bunu önlemek için kurulmuştur.. çoğu kimse İstiklal Mahkemelerinin asker kaçaklarını yargılamak için kurulduğunu bilmez bu ülkede halen..

Sıkça sözü edilen, başbakanın evlerde zorla tuttuğunu söylediği o ünlü  % 50, yani tam köylü olan kesim, ilk kez 2002 yılında tüm unsurları ile iktidara geldi.. (çoğunluğunun) belirgin özellikleri, cahillikleri, duyarsızlıkları, bencillikleridir.. ülke ve millet umurlarında değildir.. esas olan din birliği, ümmet düşüncesidir.. içlerinde, kendileri gibi düşünmeyenlere karşı, neden olduğunu bilmedikleri/açıklayamayacakları bir kin duygusu vardır.. en tehlikeli durumun bu kin olduğunu düşünüyorum.. bu olgu ayrışmanın temelini teşkil ediyor çünkü..

Toplumun geri kalan kısmında güçlü bir ait olma duygusu olduğunu sanmıyorum.. başta da belirtildiği gibi Cumhuriyeti kuran kadrolar, ülkeye ve sisteme tam anlamı ile sahip çıkacak üç nesil yetiştirecek kadar iktidarda kalamadılar.. her şeyden önce iç ve dış dinamikler buna engeldi..  kaldı ki, gelenekçi toplumlarda değişmez bir paradigma vardır.. her siyasi iktidar, topluma kendi ahlak-eğitim ve ekonomik sistemini dayatır, toplumu bu esaslara göre yeniden dizayn etmeye çalışır.. DP ve sonrasında gelen sağ iktidarlar (özelikle Demirel ve Özal dönemlerinde..) toplumu böylesine köklü bir değişikliğe götürmeyi düşünmemişlerdi.. oysa AKP tarafından dayatılan şimdiki talep çok güçlü.. bu nedenle de kavga çok sert geçecek..

Gezi olayları bu kavganın başlangıcı idi.. aslında gerçekten azınlıkta olan demokrat yapılı insanlar, farkında olmadan iktidarı denemiş oldular.. 

Öte yandan, kendi ülkelerinin yaşamsal çıkarları uğruna, ABD, Rusya, AB bloku ve Çin Avrasya ve Orta Doğudaki enerji havzalarını kontrol için her tür çatışmayı göze almış durumdalar.. iktidarda kalmak uğruna her şeyi göze almış bir AKP, (şimdilik) ABD nin arayıp ta bulamadığı özelliklere ve vericiliğe sahiptir.. işte bu kaygıyla bir kez daha vurgulamak isterim..


Kavga  önceden kestirilemeyecek kadar sert ve hatta kanlı geçecek gibi.. fikren buna hazır olmakta yarar var.. bir ülkede, belli noktaları ele geçirmiş ve pastadan önemli paylar alan hiç kimse kendi isteği ile o noktaları bırakmaz ve pastadan vazgeçmez.. dünyada böyle bir şey yaşanmamıştır henüz.. bizim ülkemizde de yaşanmayacaktır.. 

endişemin nedeni o..


saglikla, sevgiyle kalin, 

nazmi alacadagli
 














TOPLUMSAL KURALLARIN DEĞİŞİMİNE AİT BİR DENEME

                
·      Ahlak kuralları bir toplumda yaşayan insanların kendi aralarındaki ve toplumla olan ilişkileri düzenleyen normlardır. (1) Bu özelliği nedeniyle de toplum tarafından benimsenen kurallar aslında tek tek bireylerin benimseyip uyguladıkları ahlak kurallarının bütünüdür. Böylece ortaya “toplumsal ahlak” denen kavram çıkmaktadır.
·   Her toplum için, kendi ahlak anlayışları bilinenlerin en iyisidir. Toplumların birbirlerini anlama zorluklarının başında bu farklılık yatmaktadır.
·         Otoriter yapılar bir topluma egemen olduklarında kendi ahlak (..ve elbette ekonomik) anlayışlarını da topluma dayatırlar. Otoriter sistem çöktüğünde, yani iktidar el değiştirdiğinde, sistemin ahlak tezleri de çöker. (2) İşte gelenekçi toplumlarda en önemli konulardan biri değişen ahlak kurallarının yerine yenilerinin nasıl konacağı sorunsalıdır.
·     Toplum tarafından benimsenen bu kuralların değişimi çok uzun süre alır. Fakat genelde uzun süreci gerektiren bu değişim, iktidar erki tarafından dayatma ve zorlama şeklinde uygulandığında, (bu iktidarların olmazsa olmaz karakteridir..) toplumlarda daha kısa zaman dilimlerinde de değişimler gerçekleşebilir. Bunun için en zorlayıcı etken, "din" ve "tanrı" kavramlarıdır.
·   Bilindiği gibi, dinler; başlangıçta insanın doğa karşısındaki güçsüzlüğünün sonucu olarak, kontrol edilemeyen doğa güçlerine karşı insan ilişkilerini organize etmek üzere ortaya çıktı. Süreç içinde, insanın dinsel olguları hiçbir şekilde sorgulamadan kabul etmesinin bir sonucu olarak, etki alanını genişletti ve sırasıyla günlük yaşam, ahlak kuralları, kültürel değerler gibi konuları da düzenlemeye başladı. Bu ise dinin işlevleri bakımından son nokta anlamına gelen, dinin siyasallaşmasından başka bir şey değildi şüphesiz.
·     Zaman içinde, belki biraz da toplum sözleşmeleri gereği, devletlerin güçlenmesine paralel olarak devlet, DİNDEN bazı uygulamaları, dinin ilgi alanına giren kimi konuları, devralmaya, başka bir deyişle,  zorla söküp almaya başladı.  Ve elbette devlet, zorunlu sonuç olarak; dinin siyasal işlevlerini de üstlendi,  zaten asıl amaç bu idi.
·         Aslında oldukça yavaş seyreden bu devir-teslimde, devlet dinden şunu da öğrenmişti. Sorgulanamayan her şey pis işlerin, hadi daha insaflı bir tanım kullanalım, kişisel çıkarlara hizmet etmenin aracı olarak kullanılabilirdi. Tüm dünyada, tüm coğrafyalar ve kültürler için geçerli olan evrensel yargı şöyledir: Eğer bir tabu sorgulanamıyorsa yozlaşmaya mahkumdur. Ve devlet dinden bu yozlaşma aracını da teslim almış oldu.
·         Toplumlar için geçerli olan kurallardan birisi de şöyle formüle edilebilir sanıyorum ya da bir tür zincirleme reaksiyon diyebiliriz buna.  Eğitim sistemi bilimsel değilse, hele dinsel verilere dayanıyor, günlük yaşamın her alanını dinsel değerlerle düzenlemeye kalkıyorsa,  o toplumdaki insanların araştırmacı, sorgulamacı, yaratıcı güçleri körelir.
·         Sorgulamayan insan saldırganlaşır, zira verilen eğitim akla ve  bilgiye dayanmıyorsa, mantık kullanımı da yoktur ve bu durumda toplumsal ilişkilerde sevgi ve saygıya dayalı davranışlar giderek azalır. (3)
·         Öte yandan, içinde bulunduğumuz bilgi çağında, din bazı sorulara cevap vermekte, açıklama yapmakta giderek zorlanmaktadır. Bu ise otoriter siyasi liderlere bu konularda da dini bir otorite gibi, fikir beyan etme yetkisini vermektedir. Böyle olunca da iktidarlar, düşlediklerinin kat be kat üstünde bir yetkiyle donatılmış olmaktadır.
·         Bu toplumların karşı karşıya oldukları tehlikeli durum ise şöyle özetlenebilir. Verilen eğitim kişilik oluşumu için yeterli olmadığı için, o toplum güçlü toplumların kültürel  istilasına uğrar. Bu durumda, insanlar doğal bir refleks olarak, kendilerini en çok saldırıya uğradıkları kişilikleriyle tanımlama  eğilimine girerler. Sonuç fanatik bir ırkçılık ve bununla desteklenen dinciliktir. İki durumda da toplum kendisini evrensel değerlerden soyutlar, yalnızlaşır ve her konuda çağın gerisine düşmeye başlar.
·          SONUÇ: Ülke olarak işimiz çok zor. Ya da her birimize çok fazla görev düşüyor.
Keyifle kalın..

KAYNAKLAR
(1)(2) Siyasal Ahlak ve Siyasal Ahlaksızlık, Türker Alkan
(3) Bilim Toplumu, Ali Demirsoy