Doğruluğunu kabul
ettiğim bir tanıma göre; “insanın korku
ile yüzleşmek arzusuna cesaret denir..” Korkmak ve cesaretli olma konusunda
yapılan tanımlara baktığımızda, insanın psikolojik yapısının karmaşıklığını da
görmek/anlamak mümkün olabilir. Çünkü memelilerdeki neslin devamının sağlanması
sorunsalının açıklanmasının ilginç yapısı içinde, korku ve korkak olanların
rolleri hayli başat durumda. Bu açıklamaya göre nesli devam ettirenler,
cesur/atak/gözü karalar değil, korkak/pısırık/göze batmayanlar/gözden uzak
olanlar olarak kabul ediliyor. Bu duruma yarı ciddi, yarı şaka bir yaklaşım
sergileyen bir bilim adamımız ise; “Bizim
atalarımız Çanakkale’de savaşan o muhteşem nesil değil, devlete bedel vererek,
köylerde ahırlarda, dağlarda saklanarak, askerliğini yapmayan asker
kaçaklarıdır..” diyerek hiç de yabana atılmayacak bir yaklaşımda
bulunmuştur. Bütün büyük ve uzun süreli savaşlardan sonraki barış dönmelerinde,
normalin üstünde bir doğum oranına ulaşıldığı ise savaşa katılan bütün
ülkelerde yaşanan bir olgudur. 50’li yıllarda doğanların dahi “baby boomer kuşağı” diye
adlandırıldığını da hatırlatmak isterim.
Yetişkinliğimizde
cesur bir yapımız mı, korkak bir kişiliğimiz mi olacağı, öncelikle annemizin
yapısına, bizimle olan anne-çocuk ilişkisine, bizden önce ya da sonra doğan
çocukla aramızdaki yaş farkına, ikinci öncelikle de baba-çocuk ilişkisine ve
birinci kuşak aile yakınlarımızın bize olan davranışlarına bağlıdır.
·
Annenin önemi, annelerin tüm korkularını çocuklarına mutlaka
aktarmalarından kaynaklanıyor. Anne asansöre binemiyorsa, kaçınılmaz sonuç
çocuğun da asansörden korkacağıdır. Ender durumlarda anne bu eksikliğinin
farkına varıp çocuğunu böyle bir korkudan kurtarabilir. Ama fobi denen tanımı
zor ama belli zayıflıklardan kaynaklanan bu gibi durumlarda, korkan ego
korkusuna mutlaka geçerli açıklamalar getirecektir. Hal böyle olunca da anne
asansör korkusunu geçmişte yaşadığı bir olayla ilişkilendirecek ve çocuğunu da
ikna edecektir.
·
Aslında otorite olma noktasında asıl rolü baba üstlenmektedir. Ancak
korkuları olan bir anne baskın davranacak, çocuk eğitiminde (hele de kız çocuğu
ise) toplumsal yapımız gereği, zaten pasif rol alan baba devreden çıkarılarak
anne yine korkularını çocuğa aktaracaktır.
·
Birinci kuşak aile bireylerinin çocuk eğitimindeki bilinen
yanlışlarını göz önüne aldığımızda, gerek 2-5 yaş grubunda, gerekse 5-12 yaş
grubunda çocuklarımızın sağlıklı bir korkuyu yenme eğitimi alabildiklerini
söyleyemeyiz.
·
Çocuğun sağlıklı bir çocukluk-ergenlik ve yetişkinlik eğitimi
almasında birinci derecede etken aktörleri;
aile-okul ve dinsel veriler olarak sıraladığımızda toplumsal yapımızın
zorunlu sonucu olarak, zaten başta duygu tanıma olmak üzere, yaşam
organizasyonunda olmazsa olmaz eğitimleri alamamış çocukların toplum içinde
nasıl eksik yetişkin bireyler olacağı açıktır. Kaldı ki; geçen yıl uygulanmaya
başlayan ve içinden MEB lığının bile çıkamadığı 4+4+4 sisteminin çocuklarımızı
nerelere götüreceğini düşünmek bile istemiyorum.
Gelelim yetişkinlik
sürecimizdeki davranışlarımıza. Uzakdoğu ve eski yunan felsefelerine göre; ne
kadar fazla şeye sahipsek, o kadar mutsuzuz demektir. Sahip olunan şeyleri
fazlalaştıkça, onların sağladığı konfordan ayrılmak o kadar zorlaşacaktır.
Farkında olmadan çok fazla şeye mi sahip olduk acaba hepimiz? Onlardan
vazgeçmek çok mu zor geliyor artık bize? İnsan insan olarak yaşamak istiyorsa,
eninde-sonunda bir tarafı tutmak zorunda imiş.. Acaba bu özelliğini de mi yitiriyor modern
insan? Doğrusu içinden çıkamıyorum ben!!
Öte yandan AKP
dönemi olarak, ülkemiz zaten farklı bir sürece girmiş bulunuyor. Özellikle son
birkaç yıldır, artık önlerinde kendilerini durduracak yasal ya da fiili hiçbir
güç kalmadığını varsaymalarının rahatlığı ve gözü karalığı ile toplumu
bütünüyle değiştirmek ve dinsel bir yaşama göre yeniden organize etmek
noktasında bir korku imparatorluğu kurmuş durumdalar. Elbette bu noktada,
insanların, tehdit doğrudan kendilerine yönelmediği takdirde olaylara duyarsız
kalacaklarının farkında olarak davranıyorlar. Ve gerçekten çok akıllıca yönetilen
bir sinsi propaganda yöntemi ile insanları korkutmaktalar. İnsanlar artık, en
basit/küçük/masum bir hak arama eyleminde bile tutuklanıp sonucu belli olmayan bir
adaletsizlikle karşılaşmaktan korkar hale gelmiş durumdalar. Çünkü ülkede
adalet kavramı büyük bir tahribata uğramış durumda.
Oysa, başta
kendimize olmak üzere, ailemize, çocuklarımıza, topluma, yaşama, hatta dünyaya
ve evrene karşı da bazı sorumluluklarımız ve görevlerimiz var. Bu görevlerin
algılanış biçimi neden kişiden kişiye bu denli büyük değişiklikler gösteriyor
acaba?
Zihnimi kurcalayan soru şu:
Neden aynı koşullar
ve düşüncedeki iki insandan biri, sahip olduklarını kaybetmekten korkuyor ve
günlük yaşamını ve duruşunu bu korku yönetiyor, diğeri korkmuyor ve güncel
deyimle dik durmaya devam ediyor. Yoksa insan, farklı yaş gruplarında ve
ekonomik pozisyonlarda mı farklı davranıyor? Belki de kestirmeden
söylenebilecek şey; kaybetmekten korkup korkmamakta düğümleniyor. İnsan onur ve
gururunu her şeyin üstünde tuttuğunda kaybetmekten korkmaz hale geliyor..
onurlu ve gururlu olmak ise mükemmel bir aile-okul ve din eğitimi ile
verilebiliyor ancak. Bu üçlüde sınıfta kaldığımızdan, onurlu ve gururlu insanları
mumla arar hale geldik belki de..
Yukarıda
sıraladıklarımın dışında hangi parametreler bizi etkiliyor acaba?
Ne dersiniz? Düşüncelerinizi paylaşırsanız sevinirim..
Sağlıkla, barışla
kalın..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder