2013-08-11

KORKU VE CESARET ÜZERİNE BİR DENEME


Doğruluğunu kabul ettiğim bir tanıma göre; “insanın korku ile yüzleşmek arzusuna cesaret denir..” Korkmak ve cesaretli olma konusunda yapılan tanımlara baktığımızda, insanın psikolojik yapısının karmaşıklığını da görmek/anlamak mümkün olabilir. Çünkü memelilerdeki neslin devamının sağlanması sorunsalının açıklanmasının ilginç yapısı içinde, korku ve korkak olanların rolleri hayli başat durumda. Bu açıklamaya göre nesli devam ettirenler, cesur/atak/gözü karalar değil, korkak/pısırık/göze batmayanlar/gözden uzak olanlar olarak kabul ediliyor. Bu duruma yarı ciddi, yarı şaka bir yaklaşım sergileyen bir bilim adamımız ise; “Bizim atalarımız Çanakkale’de savaşan o muhteşem nesil değil, devlete bedel vererek, köylerde ahırlarda, dağlarda saklanarak, askerliğini yapmayan asker kaçaklarıdır..” diyerek hiç de yabana atılmayacak bir yaklaşımda bulunmuştur. Bütün büyük ve uzun süreli savaşlardan sonraki barış dönmelerinde, normalin üstünde bir doğum oranına ulaşıldığı ise savaşa katılan bütün ülkelerde yaşanan bir olgudur. 50’li yıllarda doğanların dahi “baby boomer kuşağı” diye adlandırıldığını da hatırlatmak isterim.

Yetişkinliğimizde cesur bir yapımız mı, korkak bir kişiliğimiz mi olacağı, öncelikle annemizin yapısına, bizimle olan anne-çocuk ilişkisine, bizden önce ya da sonra doğan çocukla aramızdaki yaş farkına, ikinci öncelikle de baba-çocuk ilişkisine ve birinci kuşak aile yakınlarımızın bize olan davranışlarına bağlıdır.

·         Annenin önemi, annelerin tüm korkularını çocuklarına mutlaka aktarmalarından kaynaklanıyor. Anne asansöre binemiyorsa, kaçınılmaz sonuç çocuğun da asansörden korkacağıdır. Ender durumlarda anne bu eksikliğinin farkına varıp çocuğunu böyle bir korkudan kurtarabilir. Ama fobi denen tanımı zor ama belli zayıflıklardan kaynaklanan bu gibi durumlarda, korkan ego korkusuna mutlaka geçerli açıklamalar getirecektir. Hal böyle olunca da anne asansör korkusunu geçmişte yaşadığı bir olayla ilişkilendirecek ve çocuğunu da ikna edecektir.
·         Aslında otorite olma noktasında asıl rolü baba üstlenmektedir. Ancak korkuları olan bir anne baskın davranacak, çocuk eğitiminde (hele de kız çocuğu ise) toplumsal yapımız gereği, zaten pasif rol alan baba devreden çıkarılarak anne yine korkularını çocuğa aktaracaktır.
·         Birinci kuşak aile bireylerinin çocuk eğitimindeki bilinen yanlışlarını göz önüne aldığımızda, gerek 2-5 yaş grubunda, gerekse 5-12 yaş grubunda çocuklarımızın sağlıklı bir korkuyu yenme eğitimi alabildiklerini söyleyemeyiz.

·         Çocuğun sağlıklı bir çocukluk-ergenlik ve yetişkinlik eğitimi almasında birinci derecede etken aktörleri;  aile-okul ve dinsel veriler olarak sıraladığımızda toplumsal yapımızın zorunlu sonucu olarak, zaten başta duygu tanıma olmak üzere, yaşam organizasyonunda olmazsa olmaz eğitimleri alamamış çocukların toplum içinde nasıl eksik yetişkin bireyler olacağı açıktır. Kaldı ki; geçen yıl uygulanmaya başlayan ve içinden MEB lığının bile çıkamadığı 4+4+4 sisteminin çocuklarımızı nerelere götüreceğini düşünmek bile istemiyorum.

Gelelim yetişkinlik sürecimizdeki davranışlarımıza. Uzakdoğu ve eski yunan felsefelerine göre; ne kadar fazla şeye sahipsek, o kadar mutsuzuz demektir. Sahip olunan şeyleri fazlalaştıkça, onların sağladığı konfordan ayrılmak o kadar zorlaşacaktır.

Farkında olmadan çok fazla şeye mi sahip olduk acaba hepimiz? Onlardan vazgeçmek çok mu zor geliyor artık bize? İnsan insan olarak yaşamak istiyorsa, eninde-sonunda bir tarafı tutmak zorunda imiş..  Acaba bu özelliğini de mi yitiriyor modern insan? Doğrusu içinden çıkamıyorum ben!!

Öte yandan AKP dönemi olarak, ülkemiz zaten farklı bir sürece girmiş bulunuyor. Özellikle son birkaç yıldır, artık önlerinde kendilerini durduracak yasal ya da fiili hiçbir güç kalmadığını varsaymalarının rahatlığı ve gözü karalığı ile toplumu bütünüyle değiştirmek ve dinsel bir yaşama göre yeniden organize etmek noktasında bir korku imparatorluğu kurmuş durumdalar. Elbette bu noktada, insanların, tehdit doğrudan kendilerine yönelmediği takdirde olaylara duyarsız kalacaklarının farkında olarak davranıyorlar. Ve gerçekten çok akıllıca yönetilen bir sinsi propaganda yöntemi ile insanları korkutmaktalar. İnsanlar artık, en basit/küçük/masum bir hak arama eyleminde bile tutuklanıp sonucu belli olmayan bir adaletsizlikle karşılaşmaktan korkar hale gelmiş durumdalar. Çünkü ülkede adalet kavramı büyük bir tahribata uğramış durumda.

Oysa, başta kendimize olmak üzere, ailemize, çocuklarımıza, topluma, yaşama, hatta dünyaya ve evrene karşı da bazı sorumluluklarımız ve görevlerimiz var. Bu görevlerin algılanış biçimi neden kişiden kişiye bu denli büyük değişiklikler gösteriyor acaba?

Zihnimi kurcalayan soru şu:

Neden aynı koşullar ve düşüncedeki iki insandan biri, sahip olduklarını kaybetmekten korkuyor ve günlük yaşamını ve duruşunu bu korku yönetiyor, diğeri korkmuyor ve güncel deyimle dik durmaya devam ediyor. Yoksa insan, farklı yaş gruplarında ve ekonomik pozisyonlarda mı farklı davranıyor? Belki de kestirmeden söylenebilecek şey; kaybetmekten korkup korkmamakta düğümleniyor. İnsan onur ve gururunu her şeyin üstünde tuttuğunda kaybetmekten korkmaz hale geliyor.. onurlu ve gururlu olmak ise mükemmel bir aile-okul ve din eğitimi ile verilebiliyor ancak. Bu üçlüde sınıfta kaldığımızdan, onurlu ve gururlu insanları mumla arar hale geldik belki de..

Yukarıda sıraladıklarımın dışında hangi parametreler bizi etkiliyor acaba?

Ne dersiniz? Düşüncelerinizi paylaşırsanız sevinirim..


Sağlıkla, barışla kalın..

Hiç yorum yok: