BİR GEZİ YAZISI YA DA FARKLI BİR ÖZELEŞTİRİ 08.01.2008
Yılbaşından önce, 20 günlüğüne Çek Cumhuriyeti’nde, -Brno’da- çalışan kızımın yanına geldik.. Brno, Prag’tan sonra ülkenin ikinci büyük şehri.. Brno merkez olmak üzere, üçer günlüğüne Prag, Budapeşte ve Viyana’ya gittik. Bir tur organizasyonu ile gitmenin tersine, hiç kimseye bağlı olmadan, her yeri,YAYA olarak, elimizde haritalarla, ayrıntılı bir şekilde gezdik, fotoğrafladık.. bir günlüğüne Bratislava’ya gittik. 06 ocak’ta Türkiye’ye döneceğiz. Bir aksilik olmazsa, Brno ve Bratislava’yı daha az, Prag, Budapeşte ve Viyana’yı daha fazla karelerle Picasa’ya yükleyeceğim. Şimdiden hissettiğim şey ise, yazacağım yazının, bir gezi yazısından çok bir makaleye, bir özeleştiri yazısına benzeyeceği..
Daha önceki yurt dışı gezilerinde de olduğu gibi, gezdiğimiz yerlerde ister istemez –belki de hepimiz, otomatik olarak yapıyoruz bunu- gördüklerimizi, yaşadıklarımızı ülkemizdeki uygulamalarla karşılaştırıyoruz. Özellikle insana yönelik uygulamaları gördükçe, doğrusu, psikolojide bir kural olarak sunulan; “kıyas çok olumsuz bir eylemdir, bundan kaçının..” ilkesine pek uyamıyorum. Çünkü, güzel olan, etik olan, insana yönelik olan uygulamaları insan kendi ülkesinde de yaşamak istiyor.
Aslında uzun uzun yazmak yerine, “beni etkileyen olaylar” diye sıralamak daha mantıklı da olabilir. Etkilendiklerimiz bizde olmayanlar çünkü.
Prag için, Avrupa’nın başkenti denir genellikle. İlk olarak orasını gezdiğimiz için, doğrusu bu tanıma hak verdik ve çok etkilendik. İnanılmaz bir şehirdi. Bu genel yargının oluşmasında ve eski eserlerin çok iyi korunmuş olmasında, 2.Dünya Savaşında bombalanmayan tek şehir olmasının etkisi de vardır elbette. Bunun dışında, sanırım genel bir uygulama ve kültür anlayışı olarak, batılı insan tarihine ve tarihi eserlerine sahip çıkıyor. Hadi biraz daha politik olalım ve “tarihi ile her anlamda hesaplaşmayı biliyor..” diyelim. (Bu cümleyle, onların her anlamda gerçekçi değerlendirmeler yaptıklarını savunmuyorum.. bizimle ilgili konularda, bal gibi de taraf oluyorlar, Osmanlı ile ilgili o inanılmaz korkuları her yerlerine sinmiş durumda..) Ama biz de, en az onlar kadar, övünürüz tarihimizle! Ama sanırım bir fark var aramızda. Tarih öğretisi adı altında bize sunulan şeyler, aslında Osmanlının yaptığı savaşların kronolojik olarak sıralanmasından başka bir şey değildir. İnsan yapı olarak, her şeyin merkezine kendisini koyarak düşünürmüş. Sanırım biz bu duyguyu abartan toplumlardan birisiyiz. Kendi tarihimize inanılmaz bir hayranlığımız var. Bu durum bizim kıyas yapmamızı ve başkalarının yaptıklarını merak etmemize engel oluyor. Böyle olunca da, yaptığımız her şeyi yeterli ve olması gereken olarak görüyoruz. Böylece de, içe kapanık, tutucu ve cahil kalıyoruz.
Sahip çıkma konusuna gelince. Geçen yıl, İsveç’in tüm tarihinin anlatıldığı, yüzyıllardan beri ülkenin ve Avrupa’nın yetiştirdiği tüm sanatçılara ait eserlerin bulunduğu, Ulusal Müzeyi gezerken 7-8 yaş grubundaki öğrencilerin gruplar halinde müzeyi gezdiklerine tanık olduğumda çok etkilenmiştim. Başlarındaki öğretmenler/mihmandarlar büyük bir ciddiyetle, örneğin bir Rafael tablosu, ya da önemli bir yontu hakkında bilgi verirken, o 7-8 yaşlarındaki çocuklar en az anlatan insanlar kadar ciddi idiler ve sürekli sorular soruyorlardı. Böylesine bir kültür ortamında yetişen bir insanla, estetik değerleri ve kaygıları oldukça alt düzeylerde olan bizler, ülkelerimize sahip çıkma konusunda, aynı duyguları paylaşabilir miyiz acaba?
Tekrar Prag’a dönersek. Prag’la ilgili etkilenmemiz Budapeşte’yi gördüğümüz an sona erdi. Asıl inanılmaz olan şehir, bence Budapeşte. Bir imparatorluk şehri olmanın tüm görkemini üzerinde taşıyor. Özellikle 1800’lü yıllardan sonra inşa edilen kamu binaları ve köprüler, hem de o yılardaki mühendislik bilgileri ile yapılan asma köprüler, insanı şaşkına çeviriyor. Hele, halen kullanılmakta olan ve neredeyse dünyanın en büyüğü olan bir parlemento binası var ki, kelimelerle anlatmak mümkün değil. Sonuç; Prag, Budapeşte ve Viyana’nın yanında biraz köy (!) gibi kalıyor dersem abartmamış olurum.
Bu ara vermem gereken önemli bir bilgi var. Gezdiğimiz bütün ülkeler, yani Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Macaristan ve Avusturya 21 Aralık 2007 tarihinden sonra Schengen Vizesini uygulamaya başladıklarından, bu ülkeler arasında seyahat etmek, Sıhhiye Köprüsünden dolmuşla Gölbaşı’na gitmek gibi bir şey. Yani hiçbir yerde pasaport kontrolu, sorgu-sual yok. Özellikle Türk insanına –hatta bakanına- uygulanan o eziyet gibi kontrolları göz önüne alırsak, bizim için çok rahatlatıcı bir olay. Bir de şu var: bütün bu ülkelerde ana ulaşım aracı, şehir içinde tramvay ve treleybüs, şehirler arasında ise tren. Her üç araç da inanılmaz bir kolaylık ve oldukça ucuz. Her üçü de elektrikle çalışıyor. Kısaca Avrupa şu meşhur “komunist uygulaması” olan trenle ulaşıma –bizim öngörüsüz siyasilerimizin kulakları çınlasın- nedense çok önem vermiş. Ve bir ölçüde de petrole bağımlılığını azaltmış durumda. Şehirlerin çoğu merkezi sistemle ve yine elekrikle çalışan santrallarla ısıtılıyor. Bunu ilk duyduğumda oldukça şaşırmıştım. Bazan yapılan uygulamalar, hayal etme sınırlarımızı bile zorluyor.
Artık şuna eminim. İslamiyet resim ve heykeli yasaklamakla, daha baştan, batının üstünlüğüne boyun eğmeyi göze almış farkında olmadan. Resim ve heykel, beraberinde, çok sesli müzik, opera, bale, tiyatro gibi yan dalların gelişmesine neden olmuş. Bu mimariye yansımış. Mimari giderek insanı şekillendirmiş ve sonuçta ortaya BATI DÜŞÜNCE SİSTEMİ ve onu uygulayan batılı insan tipi çıkmış.
Bunun yanısıra, TAŞI kullanmaya bizden çok önce başlamışlar. Bazı şehirlerin kuruluş yıllarında benim atalarım halen çadırlarda, göçerler olarak yaşıyorlardı. Bu karmaşık kültür yapısı ile de, Viyana kapılarına kadar gelmiş olsak bile, onlardan alacağımız/öğreneceğimiz bazı şeyler olduğunu hiç düşünmemişiz. Zira güçlü olanın, kendisine akıl verilmesine ya da başkalarının aklına ihtiyacı yoktur. Ama acı gerçek o ki; süreç içinde, onlar bizi, bizden öğrendikleri ile alt ettiler.
Brno ve Bratislava daha küçük iki şehir. Yukarıda saydığım kültür yansımaları bir ölçüde ve küçültülmüş olarak bu şehirlerde de mevcut. Sonuç olarak, kültür her yere sinmiş durumda. Bu batı insanını abartmak falan değil. Sistem öylesine güçlü, öylesine dediklerini yaptıracak güçte ki, hiç kimse sistemle kavgayı göze alamıyor. Bizde ise, yasalara aykırı olarak yapılmış bir gecekonduyu yıkmak bile büyük bir sorun. İnsanlar rahatlıkla ve çekinmeden sistemle kavgaya tutuşabiliyor. Bu durum beraberinde sisteme güvensizliği ve saygısızlığı getiriyor. Zaten sistem de kendisine saygı duyulacak eylemlerin çok uzağında. Elbette bunda, sistemin/devletin hiçbir zaman tarafsız olmamasının etkisi büyük. Bizim devletimiz, hep birilerinin biraz daha fazla devleti olmuş, hiçbir zaman herkese eşit mesafede duramamış.
Uzunca bir süredir, yaşadığım şehir olan Ankara’da kaldırımları gözlemliyorum. Hiçbir semtte, doğru-düzgün yapılmış kaldırım yok. Her yağmurda hepimiz bastığımız kaldırım taşlarının altından sular sıçradığına tanık olmuşuzdur. Gezdiğim şehirlerde, yine ister istemez bu konuya dikkat ediyorum. Her konuda olduğu gibi bu konuda da öncelik insan. Kaldırım yükseklikleri en fazla 5 cm. Bir yere park edilmeyecekse hiç kimse park etmiyor. Başka deyişle o alan insanlar için ayrılmışsa, insanlar tarafından kullanılıyor. Sanıyorum en büyük fark bu. İnsana ayrılan alanları mutlaka insanlar kullanıyor. Elbette ki, oradan yararlanan insanlar, başkalarının, sadece bireysel çıkarları için farklı kullanımlarına da itiraz ediyorlar. Oysa bizde, bireyin sistem üzerindeki hakimiyeti söz konusu. İlkokul mezunu bile olmayan bir şoför, yolun ortasına ya da kaldırıma arabasını park ettiğinde hiç birimiz bu konuda bir hak arama eylemine girmiyoruz. Girsek de haklı çıkmamız mümkün olmuyor. Kısaca biz, “ferde merhametin, vatana ihanet olduğunun” henüz farkında olmayan bir toplumuz.
Batı demokrasileri sistemlerini, insanın yalan söylemeyeceği üzerine kurmuş. Şehir içinde tramvay veya treleybüse bindiğinizde biletinizi araç içindeki okuyuculara okutuyorsunuz. Ender zamanlarda kontrol yapıldığını söylediler, biz henüz tanık olmadık. Kontrolda onaylı biletiniz yoksa 500 kron ceza veriliyor. Bilet ortalama 15 kron. (15 kron=1 ytl.) aynı biletle 60 dakika içinde istediğiniz yerlere gidebiliyorsunuz. Şehir içinde her 5 dakikada bir bulunduğunuz yerden bir toplu taşıma aracı geçiyor. Dakiklik konusuna hiç girmiyorum. Her durakta hangi yöne ne zaman araç gideceği yazıyor. Ve o her 5 dakikada bir araç hiç aksamadan gelip-gidiyor. Aynı şey metro sistemleri için de geçerli elbette.
Her yerde heykeller var. Binaların üzerinde, duvarlarında, parklarda, duraklarda, her yerde binlerce, onbinlerce heykel. Ezici çoğunluğu eski eser niteliğinde, bir kısmı ise modern sanat ürünü. Her iki grupta fazlaca, çıplak kadın heykelleri var. Ayrıca reklam panolarında ve afişlerde çıplak kadın figürü kullanılmış. Batılı insan nedense, hemen, biz müslümanlar gibi etkilenmiyor (!) bunlardan. Onların da bir dini ve tek tanrısı olduğu halde, “bunlar bizim ahlakımızı bozuyor, bizi tahrik ediyor” diyen yok hiç. Kimbilir, belki de bize ahlak adı altında öğretilen değerler sisteminde bazı yanlışlıklar var. Belki de bu gavurlar uçkurlarına daha hakim. Ama buralarda 3 yaşındaki kız çocuklarına tecavüz etmek gibi sapkın olaylara pek rastlanmıyor. Son olarak şunu da ekleyebiliriz belki. Bu konuda bizim ülkemizde çığlık atanlar ve örneğin bir reklam panosundaki mayolu kadına tahammül edemeyip kaldırtanlar, en alt kültür düzeyindeki cahil insanlar. Ama heyhat, hep onların dediği oluyor.
Yılbaşı arefesi olmasının da etkisi ile, bolca sokak şarkıcıları ile karşılaştık. Tek ya da grup halinde, kendilerine ayrılan bölgede müzik yapıyorlar. İsteyen yardım olarak para veriyor. Tarihi bir köprünün girişinde 4 küçük kız çalıyordu. Daha doğrusu biri yan flüt, biri keman, biri tanımadığım bir alet çalıyor, en küçükleri olan 7-8 yaşındaki de nota kitabının sayfalarını çeviriyordu. En büyükleri 13-14 yaşında idi. Çok etkilendim ve hoşuma gitti.
Bir konuyu itiraf etmem gerekiyor. Ben ülkeleri için, ülkelerinin geleceği için bir şeyler yapan politikacılardan ve liderlerden etkileniyorum. Bu bağlamda, örneğin, Rus insanına eski saygınlığını kazandırmak için yıllardır inanılmaz bir savaşım veren, ülke ekonomisini düze çıkarıp, Avrupa ülkeleri başta olmak üzere, çevresindeki tüm ülkeleri (bu arada Türkiye’yi) enerji bakımından, Rusya’ya bağlamak isteyen, hatta bunu başarmış olan bir Putin’e gıpta ile bakıyorum. Bir Ermenistan ya da Yunanistan’ın dünya politikalarını –ne yazık ki bize karşı bile olsa- canla başla savunmalarını ve bunu dünyaya kabul ettirmek için tüm güçlerini seferber etmelerine hayran oluyorum. Konu onların haklılığı-haksızlığı değil, konu onların ülkelerine sahip çıkmaları bence. Benim ülkem ise parça parça satılıyor. Ve ÇIT ÇIKMIYOR KİMSEDEN.
Sonuç; gezmek, yeni yerler ve yeni kültürlerle tanışmak ilginç bir deneyim. Bizim yaptığımız gibi, bir turla gitmeyip kendi imkanlarınızı kullanacaksanız, yol parası dışında şöyle bir ücretlendirme yapabilirsiniz. Otel ya da “hostel” fiyatı; günlük 20-25 euro, bir öğün güzel bir yemek 5-8 euro.
Sağlıkla, sevgiyle kalın..
Nazmi Alacadağlı
2008-01-25
BİR GEZİ YAZISI
Başlıklar
Bratislava,
Brno,
Budapaeşte,
Çek Cumhuriyeti,
Orta Avrupa gezisi,
Prag,
Viyana
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder