2007-03-09

Duygularımız

1. Genelde tüm insanlar, özelde evli çiftler ve sevgililer arasındaki anlaşmazlıklara baktıkça şöyle bir yargı oluştu kafamda. Yaşamımızda bir şekilde yeri olan herkes için ayırdığımız bir sevgi ve hoşgörü sınırı var. Bunu bir bardak dolusu bir sıvıya da benzetebiliriz, bir metre uzunluğundaki bir ölçüye de. Önemli olan “birisine” karşı taşıdığımız sevgi ve hoşgörünün sabit ve sınırlarının olması.
2. Sabit, dolayısı ile sınırlı olan bu ölçülebilir duygu eksildikçe yerine yenisini koymak mümkün değil. Aslında insanlara karşı taşıdığımız her tür duygu için söyleyebiliriz belki de bu eksilip yerine yenisinin konamaması durumunu. Sevgimizin sınırlı olduğunu düşünüyorum. Tanışma, iletişime devam etme, arkadaşlık, sevgili olarak yaşama, nihayet evli bir çift olarak bir arada kaldığımız, birlikte yaşadığımız süreler içinde, karşı cinse beslediğimiz sevgimiz, karşı tarafın bizim istediğimiz ölçülerin dışına çıktığı her durumda giderek azalıyor. İnsan, eninde sonunda tüm evreni kendine benzetmek isteğinde olan bir bencil memeli değil midir? Kim bu isteğimize uymazsa, ona karşı hissettiğimiz olumsuz duygular gittikçe artar. Yaşamımızdan çıkardığımız zaman toplumsal baskı ile karşılaşmayacağımız herkesi hemen silip atarız dünyamızdan. Arkadaşlıklar bu şekilde sona ermekte, sevgililer bu şekilde ayrılmakta, evlilikler bu şekilde boşanmayla sonuçlanmaktadır. Hiç kimseye ve kendimize itiraf edemesek de; ileri yaşlarda anne-babalarımızın ve yaşlı herkesin bizim için yük teşkil etmesinin altında yatan duyguların da benzer duygular olduğunu sanıyorum.
3. Sevginin eksilmemesi için ne yapacağız peki? Söylemek çok kolay, gerçekleştirmek ise, çok güçlü bir kişilik isteyen bir durum. Karşı tarafı olduğu haliyle kabul edeceğiz. Bunun için ise tam bir kişilik bütünlüğü gerekiyor. Bu bütünlükte sanırım birinci koşul insanın sonsuz derecede bir özgüvene ve kendi yarattığı değer yargılarına sahip çıkması gerekiyor. Eğitimin, davranış kalıplarının, algılamaların, dinsel öğretilerin, estetik değerlerin ilkokul düzeyinde olduğu bir ülkede bu pek mümkün gibi gözükmüyor.
4. Şu ana kadar anlatılan tüm konuların sonucu olabilecek bir yaklaşım olarak şunları sayabilir miyiz acaba?
• Eğitimsiz bir toplumuz, okumayı sevmiyoruz,
• Duygusalız, tüm evreni duygusal bir bakışla yorumluyoruz,
• Bunun zorunlu sonucu olarak, gerçekçi değiliz,
• Olaylara karşı bilimsel yaklaşamıyoruz,
• Olgun davranamıyoruz, çevremizde örnek teşkil edecek davranışlar sergileyemiyoruz,
• İnanılmaz derecede hoşgörüsüz bir yapımız var. Bizim gibi düşünmeyenlere karşı son derece acımasız davranmaya yatkınız, (Tarihsel süreçte, tek tanrılı dinler ortaya çıkana kadar insanın insana işkence etmesi görülmemiş. İşkence, yani bizimle “aynı olmayana” uygulanan şiddet dinlerin ortaya çıkışıyla başlamış. Düşman olarak belirlenenlerin öldürülmesi elbette vardı ama işkence yoktu.)
5. Din, yapısı gereği günlük yaşantımızda çok fazla yer işgal ediyor. Bu ülkedeki sıradan vatandaşın dinsel bilgisi ise hurafeler yığınından başka bir şey değil. Mamafih, dini insanlara öğretmekteki ilk aşamayı oluşturan “cami görevlileri de” ilkokul düzeyinde bir eğitime sahip. Sonuçta, bir profesörümüzün dediği gibi; “Türklerin dini inançları çok kuvvetli ama dinsel bilgileri çok zayıftır.”
6. Yaşantımızın her evresinde, bizim gibi düşünenler ve düşünmeyenler olmak üzere iki ayrı insan grubu var, Otokratik toplum yapımız çok farklı bir ahlak anlayışının oluşmasına neden olmuş. Bu anlayışta tüm veriler değişken. Herkese karşı farklı bir ahlak öğretisi uyguluyoruz. Bunun zorunlu sonucu ise, “benim anlayışım doğrudur”, mantığına ulaşmak oluyor ve sürekli hata yapıyoruz.
7. Şanslı bir aile eğitiminden geçmişsek, yani o meşhur 2-14 yaş grubunda, yetişkinlik yaşamımızı etkileyen eğitimi veren, aile, okul ve dinsel motifler, birazcık olumlu ise daha hoşgörülü bir kişiliğe sahip olabiliyoruz. Başka bir şekilde söylemek istersek, kendimizi kolektif doğrulardan ne kadar arındırabilir, ne kadar kendi doğrularımızı yaratabilirsek, o kadar hoşgörülü oluyoruz diyebiliriz. Böyle olunca da kendimizle ve başkaları ile kavga etmiyoruz.
8. Bu konudaki bir başka oluşum da yaşla ilgili. Her kültürde ve her coğrafyada yaşlı insanların o engin hoşgörüsünden bahsedilir. (Huysuz ihtiyarlara her yerde rastlamak her zaman mümkündür, o ayrı bir konu. Bu olgu, tutucu ve sorgulamasız eğitimin bir özelliği de edinilen alışkanlıklarının yaşam boyu devam etmesidir.) Ama genel olarak insanlar yaşlandıkça, hoşgörüleri ve sevgi sunumları artar. Belki de şöyle bir şey söz konusudur. İçimizde depolanmış olarak duran bir sevgi birikimi var. Çocukluk ve ilk gençlikle birlikte, aldığımız yanlış eğitim sonucu, dışa vurmamız gereken bu sevgiyi kullanamıyoruz. Okulda arkadaşlarımıza karşı kullanamıyoruz, aile çevremizde kardeşlerimize ve anne-babamıza karşı kullanamıyoruz, evleniyoruz, eşimize ve çocuklarımıza karşı kullanamıyoruz, doğaya karşı, hayvanlara karşı kullanamıyoruz, hiçbir şeye karşı kullanamıyoruz. Bu halimizle 40’lı, 50’li yaşlara geliyoruz. O sunamadığımız sevgi bir şekilde bizi dürtmeye, rahatsız etmeye başlıyor. Ve başta küçük çocuklar olmak üzere, çevremizdeki insanlara bu sevgiyi göstermeye başlıyoruz. Belki de bilinçsizce, çocukların bizi ayıplamayacağından emin olduğumuz için öncelikle onları seçiyoruz. İşte o zaman, bir zamanların sevgisiz insanı gidiyor, sevgi dolu, dünyaya ve evrene karşı son derece saygılı ve hoşgörülü insanı geliyor. Böyle olunca da insan sormadan, düşünmeden edemiyor. Yoksa hepimizin içinde sonsuz bir sevgi ve hoşgörü var da, tüm çevremiz yanlışlıkla, bunu kullanmamamız üzerine mi bina edilmiş acaba?
9. Sahip olduğumuz gelenekçi toplum yapısı içindeki insanımız, günlük yaşamının tüm alanlarında kolektif bilinç tarafından oluşturulan ezici bir baskı altında kalarak yaşıyor. Bu şekilde yaşamak, baskılanan tüm duyguların farklı şekillerde dışa vurulması gibi, mutlak surette bir çıkış ve rahatlama yöntemi yaratarak insanın yakın çevresine bu baskıyı yansıtması şeklinde sonuçlanıyor. Belki de başka ülkelerde rastlanmayan ilginç bir toplumsal yanımız var bizim. Sanıyorum, yine toplumsal baskılarla şekillenen kişiliklerimizden dolayı hiçbir zaman tam anlamı ile özgür davranamamaktan dolayı oluyor bu. Baskıya rağmen kendimizi ifade edemediğimiz için slogan yazmayı çok seviyoruz. Okulda sıraların üzerine, tuvaletlerin duvarlarına, arabalarımızın, kamyonlarımızın her yerine, özellikle arka tamponlarına, kısaca bulduğumuz her yere, duygularımızı, düşüncelerimizi hatta fantezilerimizi yazan bir toplumuz biz. Söyleyemediğimiz her şeyi yazıyoruz belki de. (Bu, elbette yazıya ve yazılı her şeye düşkün olduğumuzu göstermiyor. Okumayı sevmeyen insanlar yazmayı hiç sevmezler.) Sonuç; slogan cümlelerimizi yazıyor ve yazdığımızla kalıyoruz. Arabasının arkasına “liselim” ya da “yeşil gözlüm” yazıp sevgisini herkese ilan eden erkek, evlendikten sadece birkaç gün sonra “yeşil gözlüsünü” ya da “liselisini” öldüresiye dövebiliyor. Dünyanın hiçbir coğrafyasında evlilik öncesi ile sonrası duygu ve davranışların böylesine farklı olduğu bir toplum olduğunu sanmıyorum. Son tahlilde; toplumun ezici baskısı altında bunalan erkek, kişiliğini evinin sınırları dışında hiç bir yerde yaşayamıyor. Evine geldiğinde ise karısını da çocuğunu da öldüresiye döverek kendisine çıkış noktaları yaratmaya ve rahatlamaya çalışıyor belki de... (2002 yılında yapılan bir araştırmaya göre, Diyarbakır’da evlenen her 100 erkekten 40’ı ilk gece eşini öldüresiye dövüyormuş!!!) Bu toplumda kadınlar nasıl mı rahatlayacaklar? Toplumsal gündemimizde henüz böyle bir madde yok. İnsan beyninde çalışan hücre sayısı üçte bir. Yaklaşık 100 milyar hücrenin (nöronun) üçte biri yani. Şu an dünyayı parmağında oynatan insan, uzayı fethetmeye başlayan, mikroçipi bulan ve nihayet 1994 yılında Kasparov'u yenecek bilgisayarı yapan insan (insanı yenen bilgisayar kendini aşması konusunda önemli bir aşamadır bence..) tüm bunları o üçte biri çalışan beyni ile yapıyor. Hepsi çalışsaydı ne olurdu acaba? Günün birinde buna mutlaka ulaşacak ve şu an yaşadığımız çağa, adı bilim ya da iletişim çağı olsa bile, ilkel çağ diye bakacak eminim. Yani insan böylesine güçlü bir yaratık ama, öte taraftan, bir bakıyorsunuz tüm yaşantısını, öncelikle 2-5 yaş, daha sonra da 5-14 yaş arasında yaşadıkları belirliyor. (Sosyalleşmenin başlangıcı olarak iki yaş kabul ediliyor..14 yaş ise ergenlik yaşı..) Bu dönemi pürüzsüz atlatabilmişse (ki bu çok zor, tüm anne -babaların bir Freud, Alfred Adler, Erich Fromm ya da çok yetkin birer psikolog ya da psikiyatrist olması gerekiyor bunun için) sorunları az olan bir yetişkin insan olabiliyor. Çok büyük bir çoğunluk ise bir yığın sorunla, saplantıyla yaşamına devam ediyor. Bence bu çok büyük bir çelişki. İnsan beyni, insan ruhu (!) (başka bir deyim bulamadığım için ruhu, diyorum) sanki çok çok ince bir cam ve bu cam çocukluk yıllarında, bir şekilde mutlaka kırılıyor, ya da iyimser olup, çatlıyor diyelim.. ve kesinlikle de eski halini alamadan, büyüyüp yaşamaya devam ediyor insan. Yani böylesine mükemmel bir beyne ve fizik gücüne sahip iken, hiçbir şekilde tam anlamı ile ruhsal yönden sağılıklı olamıyor. Kısaca, dünyayı hep, sağlıksız ya da en az sağlıklı insanlar yönlendiriyor da diyebiliriz buna.
10. Gelenekçi toplum yapısına sahip olan ülkemizde ise durum daha acı ve vahim. Batılı ülkeler, ya da batıdaki sistem bir ölçüde, uç örnekler dışında en sağlıklı, en eğitimli insanlarını yönetiminin başına getiriyor. Bizde ise tam tersi. Ülkedeki mevcut sağlıklı azınlık yönetime talip olamıyor ya da olmuyor henüz. Her şeyden önce mistik inançlarımız ve buna bağlı davranışlarımız ağır basıyor. Böyle olunca da yüzyıllardır süregelen alışkanlıkla "dine sığınıyoruz." Sanki, tanrı işi gücü bırakmış, 56 İslam ülkesinde yaşayan bir milyardan fazla insanın günlük işlerini takip etmekle yükümlü. Her türlü acizlik ve güç durumda adres belli. Tanrı öyle istiyor ya da istemiyor. Böylece dinsel inançlarımız ve bu inanç sonucu oluşan kültürümüz giderek sosyal yaşama ait tutum ve davranışlarımızı da şekillendirmiş. Sonuçta günlük yaşantımızı olumlu yönde bile etkileyecek olsa, her tür yenilik ve değişime kapalı bir toplum haline gelmişiz. Burada tarihi gerçeklere ters düşen paradoksal bir düşünce sergilemiş oluyorum belki. Zira biraz önce toplumun her tür yeniliğe açık olduğunu, örneklerle anlatmaya çalışmıştım. Sanırım asıl hata Orta Asya'dan beri, toplumu yöneten ya da yönettiğini sanan yönetici kesimde. Tarihimiz boyunca, hep üsten verilenle yetinmişiz. Üstelik bunu bir ihsan olarak kabul etmişiz. Bunun sonucunda da emeğimizle, çabamızla elde ettiğimiz pek bir şey yok. Böyle olunca da onları kaybetmek bize zor gelmiyor. Askeri ve siyasi elit de dediğimiz insanlar da bu sağlıksız toplumun, sağlıksız insanları sonuçta. Onların hata yapma şansı da en az benim kadar. Ben artık kızmıyorum kimseye. Çünkü biliyorum ki; "tarihte ne olmuşsa başka türlüsü olamayacağı için öyle olmuştur." Bugün ülkemde yaşanan her olaya adapte edebiliyorum bu cümleyi. Özal'ı, Demirel'i, Erbakan'ı, Çiller'i ve diğerlerini o haliyle yaşamamız gerekiyordu, öyle yaşadık ve yaşamaya da devam ediyoruz. Kutsal devlet kavramına inanan yöneticilerin, devleti denetleyecek sistemleri oluşturmalarını beklemek, anlamsız bir hayaldir. Bu arada konuya bir de şöyle yaklaşabiliriz sanıyorum. Çoğunlukla yaşamımızın yirmili yaşlarında iken tüm geleceğimizi etkileyen kararlar almak durumunda kalıyoruz. Örneğin meslek ya da üniversite seçimi gibi tüm yaşamımızı etkileyen kararlar bu yaşlarda alınıyor. Ülkemizde ilköğretime başlayan her yüz çocuktan sadece on ikisi üniversiteye başlayabiliyor. Gerek %12’ye giren şanslı grup üniversite tercihini, gerekse geriye kalan %88’lik ezici çoğunluk meslek seçimini, duygusallığın hayli yoğun olarak yaşandığı bu yaşlarda yani 17-18 yaşlarında yapıyor. Üniversite seçimi kesinlikle çevre etkilenmeleri ile oluşuyor. Diğer arkadaşların etkisi, kendi oluşmamış değer yargıları, yaşanılan şehirdeki okullar, aşık olunan karşı cins ve benzer sebepler ya da ailenin kendi özlem ve aşağılık kompleksleri sonucu oluşan karar gereği seçilen okul, çocuğa kabul ettiriliyor. Hangisi ve nasıl olursa olsun seçim büyük bir olasılıkla yanlış oluyor. Bu yanlışlık yıllar sonra, olgunlaşma dönemi diyebileceğimiz bir yaşta anlaşılıyor. Ve sonuçta mesleğini zorla icra eden mutsuz insanlar çıkıyor karşımıza. Kim ne derse desin mutsuz insanlar, kendisi ile barışık olmayan insanlar, sonuçta mutsuz ve birbiri ile kavgalı bir toplum oluşturuyor. Böyle bir toplum ise ortak değerlerini süratle kaybederek anomi ve yabancılaşmanın ve olumsuz anlamdaki bireyselliğin en üst noktasının yaşandığı bir garip topluluk haline geliyor. Peki çözüm? Eğitim, eğitim, eğitim. Bu nasıl mümkün olacak? Bu yöneticilerle zordan da öte, şimdilik, imkansız.

Hiç yorum yok: