Benim neslim 50’li yıllarda doğanlardan meydana geliyor.. 1920’lerde başlamış olan aydınlanma ve çağdaşlaşma çağının -ve belki de her toplumun yaşamında bir kez yaşama şansı olan altın çağın- son yıllarıydı doğduğumuz yıllar..
Bizim çocukluk ve ilk gençlik yıllarımızda yaşadıklarımız, bugünlerde internet’te slayt gösterileri olarak dolaşıyor.. ya da “bir maniniz yoksa annemler size gelecek” isimli kitaplara konu oluyor.. Gerçekten, dehşetli merak ediyorum, 20’li, hatta 30’lu yaşlarının başında olanlar, oralarda yazılanları anlıyorlar mıdır? Geçenlerde konu nasıl açıldı anımsamıyorum ama üniversiteyi bu yıl bitiren kızıma sordum: “sen ayakkabının altına pençe yaptırmak nedir, duydun mu hiç?” dedim.. elbette ki duymamıştı.. anlattım ne olduğunu.. şaşırdı.. sahi kaç kişi biliyor pençe yaptırmayı, ayakkabının artık pençe tutmaz hale gelmesini..
Nasıl olmuştu, nasıl başarılmıştı bilemem.. ya da burada bunu tartışacak durumda değiliz ama tepeden tırnağa vatan ve insan sevgisiyle dolmuştu beyinlerimiz.. herkesin ilk düşüncesi “ben bu ülkeye nasıl faydalı olurum..” idi.. sizlere çok klasik ve bıktırıcı gelebilir ama inanın, yerde paslı bir çivi bulsak, günün birinde işe yarar diye bir tarafa koyardık ve o çiviyi mutlaka kullanırdık..
Evet, yoksulduk.. ama demir gibi bir toplumsal irademiz ve gelecekte yaşayacağımız güzelliklere olan sonsuz bir inancımız vardı.. yoksulluğumuzdan utanmazdık hiç.. yamalı giysilerimi saklamaya çalıştığımı hatırlamıyorum.. Yöneticilerimiz hatalar yapmadı mı? Elbette yaptılar.. hatta sonuçları bugünlere kadar uzanan hatalar da yaptılar.. ama sanırım bunların bir kısmı “doğru sanılan nedenlerle yapılmış yanlış davranışlardı..” dilim pek varmıyor ama bazı yanlışları için hafifletici nedenler bile atfetmiştik onlara..
Benim neslim, yaşamının her yaş grubunda farklı bir yenilikle tanıştı.. böylesi bir farklılığı yaşamak ve sindirmek, inanın pek kolay değil..
Mahallemizde tek bir evde buzdolabı vardı.. Adana’nın sarı sıcağında suları soğutmak için köşe başlarındaki bakkallarda buz kalıpları satılırdı.. buz alıp bodiçlerin (madeni sürahi)içine atarak suyu soğuturduk.. 40 derece sıcakta, soğuk su bir lükstü, düşünebiliyor musunuz?
Tükenmez kalem ile ortaokul yılarında tanıştık.. bir kişide gördüğümüzde kutsal emanetlere bakar gibi bakardık.. dolma kalem daha yaygındı ama çok pahalıydı..
Mahallede bir tane gerçek futbol topu vardı.. o, mahalleler arası maçlarda kullanılırdı.. diğer zamanlarda, içine bez parçaları doldurulmuş çoraplar topumuz olurdu..
Oyuncak denen şeyi bilmez benim neslim.. misal ben.. yaşamım boyunca tek bir oyuncağım oldu.. plastik bir borazan.. sabah elimde sokağa çıktıktan birkaç dakika sonra “o ne” diye elime saldıran arkadaşlarım parçaladılar..
Evlerimizde masa yoktu.. yemek çoğunlukla yer sofrasında yenirdi.. kasnak konur, üstüne sini yerleştirilir, siniye büyükçe bir kapta yemek konur, annem kaşıklarımızı dağıtır, hepimiz edepli bir şekilde o tek kaptan yemek yerdik.. ben üç öğün farklı yemeği, hem de kendime ait tabaklardan, ilk Harp Okulunda yedim.. 19 yaşında idim..
Ütü yaşamımızda çok az yer tutardı.. bir yerde kömür yakılır, akkor hale gelince ütünün içine konur ve süratle ütülenirdi giysiler..
Radyo bir başka kutsal emanetti ve dokunulmaz bir nesne idi.. koca köyde sadece kahvede vardı.. ulaşılmaz bir yükseklikte idi.. kocaman “berec pileri” ile çalışırdı.. akşam saat sekizde, cemaat namazdan çıktıktan sonra, sandalyeye çıkılarak açılır ve huşu içinde “ajans” dinlenirdi.. yani köy yerinde bile ülkedeki ve dünyadaki olaylar takip edilirdi..
Üç hayalim vardı benim.. bir dolmakalem, bir saat, bir de bisiklet sahibi olmak.. gerçi bunlar bir çoğumuz için geçerli isteklerdi.. dolmakalem ve saate lise 2’de, bisiklete ancak lise 3’te sahip oldum.. ne o, gülüyorsunuz değil mi? Şimdi lisede araba sahibi oluyor gençler..
Kitaplarımız olsun isterdik.. bu da uçuk bir hayaldi o yıllar için.. İnkılap İlkokulu’nun kütüphanesi meşhurdu.. oradan ödünç kitap alırdık.. liseyi bitirmeden her klasik yazardan bir kitap okumak gibi bir hedef koymuştum kendime.. lise bittiğinde, kütüphane sayesinde, hedefim gerçekleşmişti..
Televizyon olayına hiç değinmiyorum.. ama ilk videoyu Kıbrıs görevimde 30 yaşımda iken gördüm.. ve doğrusu çok şaşırdım.. aynı yıllar, Amerika’dan gelmiş bir yedek subay yardımcım vardı.. Wisconsin Üniversitesinde öğretim üyesi idi.. bana bilgisayarı anlatmıştı uzun uzun.. dürüst olayım.. canlandıramamıştım zihnimde..
Koşullar, hepimizin el becerileri bakımından gelişmiş olmamızı gerektiriyordu.. her işimizi kendimiz yapardık.. bizler, el işi denen bir ders gördük lise yıllarımızda..
Tutumlu olmak yaşam tarzımızdı bizim.. ne de olsa bizim neslimiz “yerli malı haftası” yapan bir nesildi.. “yerli malı yurdun malı, herkes onu kullanmalı” diye belletmişlerdi bize..
Böylece büyüdük.. yetişkin bireyler olduk.. kendi adıma konuşayım.. bu konuda tutucu denebilecek bir yapım oluşmuştu.. aile olarak bir alışkanlık edindik.. bazı markaları, bazı ürünleri tercih eder olduk.. ülkemizde üretilen yerli mallar tercihimizdi.. bu konu zaman zaman benimle şakalar yapılmasına bile neden oldu.. bir zamanlar, yolda kalma pahasına Petrol Ofisinin benzinini kullanma fanatikliğim vardı.. yine bu yönümle arada bir çocuklarımla çatıştığım da oldu.. oğlum, İstanbul’da Anadolu lisesi orta birinci sınıfta iken bir gün ağlamaklı; “arkadaşlarım beni reebok ayakkabım yok diye aralarına almıyorlar” dediğinde geldiğimiz noktayı daha iyi anladım.. o zaman reebok tam 100 dolardı.. yerli bir spor ayakkabı ise üçte biri fiyatına.. sinirimden sesim titreyerek; “seni aralarına ayakkabınla alacaklarsa almasınlar, sen beyninle kendin ol” dedim.. ama o daha 12 yaşında idi, ben onu inançlarımla, bu şekilde hırpalarken..
Şimdi bana kalkmış “Fransız mallarını boykot edelim” diyorsunuz.. bilir misiniz, benim neslimin çoğu bireyi, bu yapılarından dolayı devletimiz tarafından, yıllarca “sakıncalı personel” işlemlerine maruz kaldı.. biz yine de devletimize “hafifletici nedenler” buluyoruz..
Ne boykotu dostlar..
Benim neslim elli küsur yıldır zaten boykotta..
Evimde yabancı markalar varsa, bu benim suçum değil.. globalleşme ve AB hayali uğruna, ülkeyi bu hale getirenler utansın..
Fransa gibi, İkinci Dünya Savaşında ülkesini savunmaktan aciz bir devlet, bizim gibi, imkânsızlıklar içinde bile, Kurtuluş Savaşı gibi bir destan yaratan bir ülkeye bunları yapıyorsa, biraz da şapkamızı önümüze koyup, özellikle 80’li yıllardan sonra biz nerelerde hata yaptık diye sorsak daha dürüstçe olmaz mı? Türkiye’ye vize uygulayan bir ülkenin büyükelçiliğine gidin de görün Türk vatandaşları nasıl aşağılanıyor?
Ülkemin tüm stratejik kurumları ve değerleri özelleştirme adı altında “babalar gibi” peşkeş çekilip talan ediliyor, bu işi önceki hükümetlerden kalan borçları ödemek için yaptığını söyleyen mollalar dış borcumuzu; (2002-2006 nın 6.ayı arasında) 130.092 milyar dolardan 193,617 milyar dolara çıkarmışlar, iç borç aynı dönemde 149,870 milyon ytl.den 251,942 milyon ytl.ye çıkmış.. ülkemin tüm hayati kararları ABD ve AB tarafından alınıyor.. ülkem adım adım ulus devletten, ümmet birliğine götürülüyor..
Daha sayayım mı? En az benim kadar sizlerde biliyorsunuz neler döndüğünü.. ülkemin beslenme alışkanlığı değişmiş, dili gitmiş, gençlik diye bir şeyi kalmamış, onuru ayaklar altına alınmış, maymuna çevirmişler bizi..
Boykot mı yapalım.. , güldürmeyin beni..
Sağlıkla, sevgiyle,
Nazmi Alacadağlı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder