2013-08-18

YİNE AYNI KONU: BİLGİ PAYLAŞIMINDAKİ SORUNLAR

                
                 YİNE AYNI KONU
Sizlerle belki de biraz fazla özel olan bir konuyu paylaşmak cesaretini gösteriyorum.. hoş görün lütfen..

1985 yılına kadar dünyaya gelmiş olan bilim insanı sayısı, 1985-2000 yılları arasındaki bilim insanlarının sayısından az imiş..
Yine, insanlık tarihi boyunca, 1985 yılına kadar olan bilimsel bilgilerin toplamı, 1985-2000 yılları arasında elde edilen bilgiler kadarmış.. tahmine göre o yıldan itibaren, mevcut tüm bilgiler her 15 yılda bir ikiye katlanacakmış.. ancak  bu tahmin geçtiğimiz süreçte tutmamış, zira şu an mevcut bilgiler, önce her 10 yılda bir, sonra her 5 yılda bir, bugün 2013 yılı itibarı ile de her 2 yılda bir ikiye katlanıyormuş..
Bu durumda yeni nesillerin işlerinin/yaşamlarının zorluğunu siz tahmin edin.. torunu olan dedelerimiz, neler yapıyorsunuz bu konuda?

Söylemeye gerek yok, bugün sosyal medya olarak adlandırdığımız, başta internet olmak üzere, facebook, twitter, whatsapp, skype, viber  vb. bu konuda başat roller oynuyorlar..
Bu rakamsal değerlerle ifade edilmeye çalışılan olgular, doğal ve zorunlu sonuç olarak, düşünce sistemlerimiz ve davranış kalıplarımız üzerinde, bazılarının farkında olduğumuz, çoğunu ise bilinç altımızın derinliklerine ittiğimiz birçok değişikliği de beraberinde getirdi aslında..

Benim gibi, 50’li yıllarda doğanların çoğu, daha sonraki yıllarda doğanları da 10 yıllık süreçlere bölersek, yani 60’lı yıllarda doğanlar, 70’liler vd. giderek azalan gayretlerle, çağı, yani çocuklarının sahip oldukları teknolojik özellikleri ve birikimleri yakalamak peşindeyiz.. bir kısmımız çocuklarının “mail adreslerini” kullanmaya devam etse de, çoğunluk, özellikli cep telefonları, yetenekli bilgisayarlar, notebook’lar, tablet’ler vb. cihazları minimum düzeyde bile olsa kullanabilmek gayretinde.. aksi halde yaşamdan kopuyoruz çünkü..

Misal, benim üyesi olduğum ve her gün/her hafta/her ay  düzenli olarak mail’lerini, haberlerini aldığım 10 a yakın haberleşme grubum var.. önemli gördüğüm bir yazıyı/haberi/görüntüyü birkaç saniye içinde 2000’e yakın kişiye aktarabiliyorum..
İnsanlık var olduğundan beri bilgi paylaşımı hiç bu kadar kolay, hızlı ve ucuz olmamıştı..

Buraya kadar özetlemeye çalıştığım olgulardaki olumsuz tek ortak nokta ise, yaş grupları arasında belirgin bir fark olmaksızın, tüm yaş grupları içinde, BİLGİYİ PAYLAŞMAKTAKİ sınırların tartışma konusu olması..

Birkaç gün önce beş ailenin bir araya geldiği güzel bir akşam yemeğinde konu yine bu noktaya geldi.. en kısa anlatımı ile bir arkadaşım bana; “abi bazı arkadaşlar senin gönderdiğin maillerden rahatsızlar..” dedi.. rahatsızlık yaratan iletiler, Datça’da her hafta yapmakta olduğumuz “Sessiz Çığlık” eylemleri ile ilgili yazılarmış..

Geçmişte bu konu internet üzerinden üyesi olduğum bazı gruplarda da tartışma konusu olmuştu.. ben de her zaman aynı tezi savunmuştum.. okumak istemediğiniz bir yazıyı “sil” tuşuna basarak silebilecekken, bu konu neden bir tartışma konusu oluyor?

Zihnimi sonuna kadar zorladığımda ise aşağıdaki bir dizi sonuca ulaşmak mümkün olabiliyor.. elbette bunlara katılmayabilirsiniz.. saygıyla karşılarım..
Egomuz bizim biricikliğimiz/benzersizliğimiz ve mükemmelliğimiz üzerine şekillenmiştir..
Biz bir sosyal konuda bir karar verdiğimizde bu evrenseldir ve herkesin bu karara uymasını bekleriz..
Yanlış bir şey yaptığımızda (yapmayız ya, kazara yaparsak!!) egomuzun görevi, bu yanlışı yok edebilecek düzenekleri ve savunmaları oluşturmaktır..
Kısaca bizim dışımızda doğru yoktur.. bu olgu, tutucu, otoriter ve dinsel verilerin günlük yaşamı şekillendirdiği toplumlarda daha belirgin ve baskındır..
Hal böyle olunca, bir mail mi geldi, birisi bir yazı mı gönderdi, elimizdeki formata uymuyorsa, yani bizim mevcut zeminimizde bu konuda bir bilgi, veri, birikim yoksa bu yanlıştır.. “kim göndermiş bunu yaa? mecbur muyum okumaya kardeşim.. bu grupta bu tür yazılara ne gerek var, ikaz edin adamı..” tonundan başlayarak, sonu hakarete varan yazışmalara kadar uzayan bir kör dövüşü başlar..

Tali konu olarak şu da söylenebilir belki: şahsı tanıyorsak, düşüncelerini biliyorsak, düşünceleri bize ters geliyorsa, fırsat bu fırsattır diyerek bir linç kampanyası da yürütülebilir.. böylece şahıs devre dışı bırakılır..

Başka bir boyutta da şunlar oluyor: bir tartışma ortamı açıldığında, hemen; “arkadaşlar bu zor günlerde aramızda tartışmayalım, birlik olalım..” vb ikazlar başlıyor.. ya da konuya kızan bir arkadaş kendisini haberleşme grubundan çıkarıyor.. tartışmanın, düzeyli tartışmanın, fikir alış-verişinin bizi zenginleştirdiğini düşünüyorum.. birileri fikirlerimizi beğenmediğinde hemen alınmak yerine empati yapabilsek, insan egosu için çok zor ama; “ben nerede hata yaptım?” sorusunu kendimize sorabilsek.. ya da “acaba benim düşüncelerimin neresinde yanlışlık var?” diyebilsek keşke..

Belki son olarak şunu da söyleyebiliriz.. bazen başkalarının ağzından konuşmak konuyu üstlenmekten daha kolay ve zahmetsizdir.. bizim mesleğimizde klasik idi.. bazı komutanlarımız sıkıştıklarında; “valla bana kalsa sorun yok ama tugay komutanı (ya da tümen, kolordu, ordu vs) öyle istiyor..” diyerek kaba deyimle topu üst komutanlara atardı.. bu taktik her zaman daha rahatlatıcıdırJ

SONUÇ; isim vererek yazmakta bir sakınca görmüyorum..

Balıkadam  Ankara grubuna bu günden itibaren sosyal içerikli hiçbir yazı göndermeyeceğim..
Balıkadam İstanbul grubuna çok önemli gördüğüm bilgileri ve kendi hazırladığım yazıları göndermeye devam edeceğim.. alınganlık değil kesinlikle, ama alınmış bir grup kararı varsa ve benim tavrım bu kuralı bozuyorsa moderatör arkadaşım beni gruptan çıkarsın, inanın hiç alınmam..
Devre arkadaşlarımla her konuyu paylaşmaya devam edeceğim,
Sevgili Karadeniz grubu ile de aynı şekilde..
En yakın arkadaşlarımdan oluşturduğum “Arkadaşlar” grubuna sorgusuz/sualsiz gönderiyorum..
Fotoğraf gruplarına ve Ankara Vardiyasına  gerektiğinde zaten bilgi aktarımında bulunuyorum..

SONUCUN SONUCU: BAZI BİLGİLER HER ZAMAN RAHATSIZ EDİCİDİR. İNSAN BİR GRUP İÇİNDE GRUP KURALLARINA UYARAK YAŞAMAKTAN MUTLUDUR. AYKIRILIKLAR CAN SIKAR!!

Hepinize güzel bir hafta diliyorum..

2013-08-11

KORKU VE CESARET ÜZERİNE BİR DENEME


Doğruluğunu kabul ettiğim bir tanıma göre; “insanın korku ile yüzleşmek arzusuna cesaret denir..” Korkmak ve cesaretli olma konusunda yapılan tanımlara baktığımızda, insanın psikolojik yapısının karmaşıklığını da görmek/anlamak mümkün olabilir. Çünkü memelilerdeki neslin devamının sağlanması sorunsalının açıklanmasının ilginç yapısı içinde, korku ve korkak olanların rolleri hayli başat durumda. Bu açıklamaya göre nesli devam ettirenler, cesur/atak/gözü karalar değil, korkak/pısırık/göze batmayanlar/gözden uzak olanlar olarak kabul ediliyor. Bu duruma yarı ciddi, yarı şaka bir yaklaşım sergileyen bir bilim adamımız ise; “Bizim atalarımız Çanakkale’de savaşan o muhteşem nesil değil, devlete bedel vererek, köylerde ahırlarda, dağlarda saklanarak, askerliğini yapmayan asker kaçaklarıdır..” diyerek hiç de yabana atılmayacak bir yaklaşımda bulunmuştur. Bütün büyük ve uzun süreli savaşlardan sonraki barış dönmelerinde, normalin üstünde bir doğum oranına ulaşıldığı ise savaşa katılan bütün ülkelerde yaşanan bir olgudur. 50’li yıllarda doğanların dahi “baby boomer kuşağı” diye adlandırıldığını da hatırlatmak isterim.

Yetişkinliğimizde cesur bir yapımız mı, korkak bir kişiliğimiz mi olacağı, öncelikle annemizin yapısına, bizimle olan anne-çocuk ilişkisine, bizden önce ya da sonra doğan çocukla aramızdaki yaş farkına, ikinci öncelikle de baba-çocuk ilişkisine ve birinci kuşak aile yakınlarımızın bize olan davranışlarına bağlıdır.

·         Annenin önemi, annelerin tüm korkularını çocuklarına mutlaka aktarmalarından kaynaklanıyor. Anne asansöre binemiyorsa, kaçınılmaz sonuç çocuğun da asansörden korkacağıdır. Ender durumlarda anne bu eksikliğinin farkına varıp çocuğunu böyle bir korkudan kurtarabilir. Ama fobi denen tanımı zor ama belli zayıflıklardan kaynaklanan bu gibi durumlarda, korkan ego korkusuna mutlaka geçerli açıklamalar getirecektir. Hal böyle olunca da anne asansör korkusunu geçmişte yaşadığı bir olayla ilişkilendirecek ve çocuğunu da ikna edecektir.
·         Aslında otorite olma noktasında asıl rolü baba üstlenmektedir. Ancak korkuları olan bir anne baskın davranacak, çocuk eğitiminde (hele de kız çocuğu ise) toplumsal yapımız gereği, zaten pasif rol alan baba devreden çıkarılarak anne yine korkularını çocuğa aktaracaktır.
·         Birinci kuşak aile bireylerinin çocuk eğitimindeki bilinen yanlışlarını göz önüne aldığımızda, gerek 2-5 yaş grubunda, gerekse 5-12 yaş grubunda çocuklarımızın sağlıklı bir korkuyu yenme eğitimi alabildiklerini söyleyemeyiz.

·         Çocuğun sağlıklı bir çocukluk-ergenlik ve yetişkinlik eğitimi almasında birinci derecede etken aktörleri;  aile-okul ve dinsel veriler olarak sıraladığımızda toplumsal yapımızın zorunlu sonucu olarak, zaten başta duygu tanıma olmak üzere, yaşam organizasyonunda olmazsa olmaz eğitimleri alamamış çocukların toplum içinde nasıl eksik yetişkin bireyler olacağı açıktır. Kaldı ki; geçen yıl uygulanmaya başlayan ve içinden MEB lığının bile çıkamadığı 4+4+4 sisteminin çocuklarımızı nerelere götüreceğini düşünmek bile istemiyorum.

Gelelim yetişkinlik sürecimizdeki davranışlarımıza. Uzakdoğu ve eski yunan felsefelerine göre; ne kadar fazla şeye sahipsek, o kadar mutsuzuz demektir. Sahip olunan şeyleri fazlalaştıkça, onların sağladığı konfordan ayrılmak o kadar zorlaşacaktır.

Farkında olmadan çok fazla şeye mi sahip olduk acaba hepimiz? Onlardan vazgeçmek çok mu zor geliyor artık bize? İnsan insan olarak yaşamak istiyorsa, eninde-sonunda bir tarafı tutmak zorunda imiş..  Acaba bu özelliğini de mi yitiriyor modern insan? Doğrusu içinden çıkamıyorum ben!!

Öte yandan AKP dönemi olarak, ülkemiz zaten farklı bir sürece girmiş bulunuyor. Özellikle son birkaç yıldır, artık önlerinde kendilerini durduracak yasal ya da fiili hiçbir güç kalmadığını varsaymalarının rahatlığı ve gözü karalığı ile toplumu bütünüyle değiştirmek ve dinsel bir yaşama göre yeniden organize etmek noktasında bir korku imparatorluğu kurmuş durumdalar. Elbette bu noktada, insanların, tehdit doğrudan kendilerine yönelmediği takdirde olaylara duyarsız kalacaklarının farkında olarak davranıyorlar. Ve gerçekten çok akıllıca yönetilen bir sinsi propaganda yöntemi ile insanları korkutmaktalar. İnsanlar artık, en basit/küçük/masum bir hak arama eyleminde bile tutuklanıp sonucu belli olmayan bir adaletsizlikle karşılaşmaktan korkar hale gelmiş durumdalar. Çünkü ülkede adalet kavramı büyük bir tahribata uğramış durumda.

Oysa, başta kendimize olmak üzere, ailemize, çocuklarımıza, topluma, yaşama, hatta dünyaya ve evrene karşı da bazı sorumluluklarımız ve görevlerimiz var. Bu görevlerin algılanış biçimi neden kişiden kişiye bu denli büyük değişiklikler gösteriyor acaba?

Zihnimi kurcalayan soru şu:

Neden aynı koşullar ve düşüncedeki iki insandan biri, sahip olduklarını kaybetmekten korkuyor ve günlük yaşamını ve duruşunu bu korku yönetiyor, diğeri korkmuyor ve güncel deyimle dik durmaya devam ediyor. Yoksa insan, farklı yaş gruplarında ve ekonomik pozisyonlarda mı farklı davranıyor? Belki de kestirmeden söylenebilecek şey; kaybetmekten korkup korkmamakta düğümleniyor. İnsan onur ve gururunu her şeyin üstünde tuttuğunda kaybetmekten korkmaz hale geliyor.. onurlu ve gururlu olmak ise mükemmel bir aile-okul ve din eğitimi ile verilebiliyor ancak. Bu üçlüde sınıfta kaldığımızdan, onurlu ve gururlu insanları mumla arar hale geldik belki de..

Yukarıda sıraladıklarımın dışında hangi parametreler bizi etkiliyor acaba?

Ne dersiniz? Düşüncelerinizi paylaşırsanız sevinirim..


Sağlıkla, barışla kalın..