2007-02-08

İnsanlardaki Algılama Farklarının Olası Nedenleri

İnsan beyninin özellikle 2-12 yaş arasında bilimsel yöntemlerle eğitilmesi, yetişkinlik yaşamımızı doğrudan etkileyen bir eylemdir. Bu eğitim ile insanın algılama yeteneği geliştirilebilmekte ve dünya ve evreni tanımlaması elde edilen bu bilgilerle yapılabilmektedir. “Algılama” olgusuna, kısaca, “olayları ve dünyayı kavrayabilme yeteneği” diyebiliriz.
Bir örnekle açıklayacak olursak; geçmişte Milliyet Gazetesinin katkıları ile Türkiye’de ilk kez yapılan “Trafik Kazalarının Nedenleri” konulu panelin sonuç raporunda çarpıcı bir tespit vardı. Trafik kazalarında dünya birincisi olmamızın ana nedeni olarak “Türk insanındaki algılama yetersizliği” gösteriliyordu.
Algılama yetersizliği. Gerçekten ilginç ve yerinde bir tespit. Hangi konuya uygularsanız uygulayın “cuk” diye oturuyor. Ortalama 4,4 yıl eğitim almış bir yetişkinin yapacağı tüm yanlışlıklar için kullanılabilecek bir gerekçe. (Elbette ki hafifletici bir gerekçe değil. Yetişkin nüfus için ülkemizde 4,4 yıl olan ortalama okumuşluk oranı A.B.D.’de 11.8 yıl, Japonya’da yaklaşık 13 yıl, Avrupa’da ise ortalama olarak 11-12 yıldır. Bu konuda gelişmiş ülkeleri yakalamak için neredeyse bir yüzyıldan fazla zamana ihtiyacımızın olması korkunç bir gerçek. Sadece bu örnek bile gelişmiş ülkelerle, gelişmekte olan ülkelerin arasında ne denli kapatılamaz bir uçurum olduğunu gösteriyor aslında.) (2002 yılı verileri olarak; yetişkin nüfusun ortalama okumuşluk oranı için, kadınlarda % 3.1, erkeklerde % 5.7, ortalamada ise % 4.4 rakamı verildi, ancak resmi açıklama henüz yapılmadı.)
Böyle olunca da algılama yetersizliği birçok olayı açıklamaya yarayacak bir sihirli neden durumuna geliyor. Trafikteki kaza şampiyonluğumuzun en önemli iki nedeni “aşırı hız ve hatalı sollama.” Her iki konuda da insanımız birkaç saniye sonra meydana gelecek olan olayları tahayyül edemiyor. Sosyal yaşamın diğer alanlarına ait konuları tahmin edemediği gibi. Olacakları kestiremeyince de bilim ve mantık dışı bir yaşam tarzı ve kabulleniş ortaya çıkıyor. Daha da kötüsü ülkedeki her şey bu 4.4 yıl eğitim almış insanlara göre şekilleniyor. Tüm değer yargıları bu düzeydeki kültür esas alınarak oluşuyor.
Medya onlara göre şekilleniyor, siyaset onlara göre şekilleniyor, her tür eğlence kültürü onlara göre şekilleniyor, toplumsal idoller onlara göre şekilleniyor, her şey, ama her şey onlara göre şekilleniyor. Bu kültürle yetişmiş olan bir medya mensubu da rahatlıkla; “ne yapalım halk böyle istiyor” basitliğine sığınabiliyor. Sonra da Batılı insanlar bazı düşünce ve eylemlerimizden dolayı bizi suçladıkları zaman onlara kızıyoruz. Onlarla hiçbir konuda birbirimizi anlamamız mümkün değil oysa. Yaşamı, dünyayı, evreni, kısaca her şeyi algılayış ve kabulleniş biçimimiz taban tabana zıt çünkü.
Birkaç yıl önce Finlandiya’da bir banka soygununda soyguncular iki polis memurunu öldürmüşlerdi. Birincisi, ülkede ikinci dünya savaşından bu yana ilk banka soygunu yapılmış. İkincisi soyguncular Finlandiya vatandaşı değil. Sonuçta olay üzerine Finlandiya’da üç günlük bir yas ilan edildi, üç gün boyunca bayraklar yarıya indirildi, ülkede yaşam durdu. Başta Cumhurbaşkanlarının katılımı olmak üzere, ülkede inanılmaz bir cenaze töreni düzenlendi. Sebep: iki polis memuru öldürüldü. Finlandiyalı bakanlar zaman zaman uluslararası kurumlarda görev alıyor ve belki de ülkemiz hakkında fikir yürütmek, karar oluşturmak durumunda kalıyorlar. Tanrı aşkına! Bu insanlar bizi, bizim de onları anlamamız mümkün olabilir mi?
Matematik, fizik, kimya, biyoloji, coğrafya vb. temel bilimlerden uzak toplumların sorun çözme yöntemleri geleneksel ve dinsel öğreti ağırlıklı olur. Bu toplumların eğitim diye aldıkları da zaten dinsel ağırlıklı ve mistik bilgilerden ibarettir. Bilgiler yazılı olarak değil, nesilden nesile sözlü olarak aktarılır. Bu nedenle yaşlılar hep gereğinden fazla saygındır. Ve sanıyorum verilen bu eğitimle yetişen bireylerin meydana getirdiği toplumların en belirgin yanı da, bu toplumlarda sorgulama diye bir kavramın olmaması ve her şeyin, doğa olayları dahil, büyük bir tevekkülle ve başka türlüsünün olamayacağı yargısıyla, karşılanmasıdır.
Böyle olduğu halde öylesine bilinçli bir propaganda yapılır ki; topluma verilmiş olan yanlış bilgilerden meydana gelen kolektif bilincin çok bilimsel olduğu herkese kabul ettirilir. İşte bu nedenle bu toplumlarda “hoşgörü ve sevgi” hep eksiktir ve bunların eksikliği hep hissedilir.
Ama benim ülkemde bu oyun öylesine mükemmel oynanmıştır ki; Osmanlının yüzyıllarca medreseler aracılığı ile öğrettiği dinsel bilgi ve hurafeler bize “bilim” diye anlatılmıştır. Şüphesiz asıl tehlikeli sonucu doğuran şey, bu öğreti ile birlikte sorgulamanın yasaklanması, dahası sorgulamanın “günah” olduğunun topluma kabul ettirilmesidir. Ama bunun sonucunda 600 yıllık imparatorluktan geriye, bir-iki kırıntı dışında, bilimsel anlamda hiçbir şey, ya da bir tane bile kitap kalmamış, dünyaya, belki de Piri Reis dışında, bir tek bilim adamı hediye edilememiştir. (Onun da Padişah fermanı ile kellesini kesmişiz..)
Yine bunun kaçınılmaz bir sonucu olarak kendi doğrularını dünyanın merkezi sanan bir toplum olup çıkmışız. Başka türlüsü de olamazdı. Çünkü Osmanlıda bugünkü anlamda “bilimsel” bilgi yoktu. Böyle olunca da toplumun kolektif bilinci ve toplumsal öğretilerinin, hiçbir sorgulamaya tabii olmaksızın, duygusal temeller üzerine kurulması kaçınılmazdır. Bu toplumdaki bireylerin kararları da zorunlu olarak duygusal olacak, dahası kendileri gibi düşünmeyen diğer toplumları (bu arada kendi ülkesindeki diğer toplum katmanlarını da) anlayışsızlık ve bir adım daha ileri giderek “hainlikle” suçlayacaktır. En acı ve tehlikelisi de; böylesi ülkelerde “devlet” denen dev aygıt kendi insanlarını da “benden olanlar” ve “benden olmayanlar” diye ikiye ayırır. Konuyu anlamaya yardımcı olması bakımından, psikolojideki “yapılandırıcı bellek” diye kavramından söz etmek istiyorum.. tam olarak anlatımı biraz zor ama şunları sıralayabiliriz tanımlama kolaylığı bakımından :
• Belirli bir kültürde ve belli etkilerle yetişen bir insan, kendisine öğretilen, eski deyimle “belletilen” konuları bir mantık süzgecinden geçirmeksizin kabul eder ve bu bilgiyi toplumun diğer üyeleri ile paylaşmak ister,
• Bu olguya toplumla aynılaşmak isteği de diyebiliriz.. çünkü “aykırı ve itaatsiz olmak” zor ve zahmetli bir iştir..
• Bu suretle oluşan kültür, hangi durumda neyin nasıl yapılması gerektiğini, hatta ne zaman nelerin söyleneceğini bize dikte ettirir,
• İnsan belleğinin bu özelliği ise bazen bize şöyle zarar verir: bir olayı zihnimize yerleştiririz.. bu olayı, her hatırlama veya anlatışta / başkasına aktarmada doğruluğuna içtenlikle inanır ve aktarırız.. işte bu benimseme, gerçekte doğru olmayan bu olayı, belleğin zaman içinde farklı biçimde yapılandırması sonucunu doğurur.. artık öyle bir hale geliriz ki; mantık/akıl yürütme/düşünme gibi tüm filtreler devreden çıkmıştır.. zaten bu aşamada tutuculuk ve fanatiklik başlar..
• Yani.. halen gelişmiş ülkelerde inceleme konusu olmaya devam eden bir “köy enstitüleri” olayına “komünist yetiştiriyorlar” diye öyle bir damga vurulur ki, aradan asırlar da geçse bu yargıyı değiştiremezsiniz..
•Oysa, dış güçler ve yerli işbirlikçiler ellerini oğuşturmaktadırlar ülkem daha bir gerilere itildi diye..

1 yorum:

Unknown dedi ki...

degerli arkadasım
yazılarını buyuk bır hazla okuyorumve buyuk cogunlukla paylasıyorum basarılar dilerim sevgilerimle bulent kunt